8 Ocak 2023 Pazar

BİLİNMEDİK KÜTÜPHANE (ÖYKÜ)

Etkileyici bir boyutun cisimleştiği tuhaf bir yerde buldu kendini aniden. Şaşkın ve yabancısı olduğu bu oluşum karşısında ilk izlenimi henüz tanımlayamadığı, bilemediği bir yaşam alanında olduğunu farketmesi oldu Şu an farklıydı, yeniydi, başkaydı ve henüz başlamıştı. Her ne kadar korksa da devasa bir mekânda bulunduğunu algılayabiliyordu.

Nereye düşmüştü?

Geçen her saniye sonrasında çevresini tanımlamaya başlayacak, burada bulunma gerçekliğini ve gerekliliğini aklına uygun bir üslupla açıklama arayışlarına girişecek ve kendince de bir yanıtını bulacaktı.

Gizil bir içgüdünün baskın sıkıntısıyla en yakınında sırtını dayayabileceği bir yer belirleyip, sürünerek sokulup çöktü. Kendisini gizlemeye çalışırken büyük bir sakınganlıkla çevresine bakınıyor, bulunduğu yerin ilk duyumlarını anlamlandırmaya çabalıyordu. Bir hareket, bir ses, bir şey bekledi, bekledi… Ama derin sessizliği fark etti. Bir zaman sonra kalp atışları ve nabız hızı normale dönmeye başladığında kendini kollayarak tehlike olmadığına kanaat getirince kafasını kaldırıp ağır hareketlerle doğruldu.

İlk izlenimi burada yaşam koşullarının hayatta kalmaya şimdilik uygun olduğuydu.

        "Buraya niçin ve nasıl gönderildiğimi bilmiyorum ama bir yanıtının olup olmadığını düşünecek kadar zamanım var sanırım," diye düşündü. Nereye gelmişti, nasıl gelmişti, burası neresiydi? Hiçbir fikri yoktu. 

Her geçen saniye sonunda geometrik şekillerin, çekici ve gerçekçi bir form bütünlüğünün içerisinde bulunduğunu fark etmeye başladı. Sıra sıra onlarca, hayır yüzlerce, boyundan biraz daha yüksek raf dizisi ucunu göremediği noktaya doğru kusursuz düzgünlükte keskin bir perspektif ile uzanıyor ve uzaklarda incelerek gözden kayboluyordu. Raf dizilerinin aynısı arka tarafında da simetrik biçimde yansımış gibi tekrarlanıyor, milimetrik düzen aksamadan göz alabildiğince devam ediyordu.

Kafasını kaldırdığında gördüğü muazzam yükseklik başını döndürdü. Tavan tek bir noktadan tüm uzaya adeta patlarcasına yayılıyor, görebildiği kadarıyla tüm uzayını da kapsıyordu. Sonsuzluk hissini hiç bu kadar derinden ve içinden yaşamamıştı. Tarifi zor bu durum karşısında duyduğu hayranlıkla karışan ürküntü ile hiç hissetmediği duygular hissetti. Yukarıya daha dikkatli baktığında tavanın ana çizgilerinin kesiştiği birleşme noktasının çok uzağında bulunduğunu gördü.

Burada başka kimse var mıydı, tek başına mıydı? Ortalıkta kendinden başka birilerine ait izler yoktu. Dikey koridorları kesen ara koridorda tek başına duruyor, uzaklarda bulanıklaşan soluk beyaz uçuk renk uzayını sonunu algılamaya çalışıyordu. Kendinden aydınlık bir yerdi; ne lamba vardı görünürde, ne de bir pencere.

Gözlerini uzaklardan en yakınına, raflara çevirdi. Kitaplarla doluydu. Kitaplar sonsuz sayıda olmalıydı; her raf boşluksuz, göz alabildiğince kitap dizileriyle kaplanmıştı.

Zaman/mekân atlaması yapmıştı sanki. Zorunlu hayat/zaman çizgisinde henüz ilkel ve ilksel önermeler ve akıl yürütmeler arasında şu anı açıklayabilecek tecrübeye sahip olmadığını düşünüyordu içi titreyerek. Ama fiziksel ve düşünsel varlığının mekâna yabancı kalmayacağına inanıyordu. İçindeki tedirginlik git gide sakin ve yerleşik bir alışkanlık haline dönüşürken, şaşkın çığlıklarla ağlamayı/gülmeyi ve canhıraş yardım isteme çabalarını baştan beri nedense gereksiz bulmuştu.

Sıradışı bir hayalin yaratabileceği, ancak bir rüyaya sığabilecek kadar geniş mekânda yapayalnız olmasına rağmen "biri beni gözetliyor mu?" diye de içten içe sıkıntı hissetmekteydi. Tereddütleri ve olağanüstü şaşkınlıkları vardı elbette tam dile getiremediği.

"Kimse var mı?" diye seslendi. Daha yüksek sesle tekrarladı ama yanıtı hep aynı sessizlik oldu.

Döşemeler tahtaydı; en azından öyle doğal bir görünüme sahipti. Eğilip dokundu, hakikaten de tahtaydı. Biraz aşınmış ve asıl renginden de kararmış gibiydi.

Mekânın yalnızca kendisinin zihin ve hayal gücüne ait bir yer olmadığını, bilincine özgü kişisel bir durum gibi görünmesine rağmen ısrarla öyle olmadığını düşünüyordu. Şimdi kimseyi görememesine rağmen başkaları da var olmalıydı veya öncesinde olmuştu. Onlar gibi bir ziyaretçi konumunda olmalıydı. "Bu büyüklük, bu genişlik benim başkalarıyla paylaştığım bir şey olabilirdi yalnızca bana ait bir şey değil," diye mırıldandı.

Döşemedeki aşınma izlerinin pek çok farklı ziyaretçinin buradan gelip geçtiğini kanıtladığını düşünüyordu. Onların akıbetleri konusunda en ufak bir fikri yoktu elbette, şimdi önemlisi kendi akıbetini de bilmiyordu. Ne için burada bulunuyordu, kendi isteğiyle olmadığı kesindi, bir görevle mi gelmişti, neyle karşılaşacaktı bilemiyordu?

Yere oturdu. Yumruğuyla döşemeye birkaç kez vurdu. Her vuruşunda yerin ne kadar sert ve güçlü, ellerinin ise ne kadar zayıf ve kırılgan olduğunu anlıyordu. Çaresizce boylu boyunca yere yüzükoyun uzanarak kulağını döşemeye yapıştırdı ve başkalarının gezinmelerinin yaratacağı titreşimleri duymaya çalıştı, işte şimdi o derin sessizlik işe yarayabilirdi. Duymaya kilitlendi: Hafif ve hassas titreşimler hissediyor gibiydi ama yine de kararsızdı. Yüzü yere yapışık halde, "Bu nasıl bir gerçeklik, nasıl mümkün olabiliyor?" diye mırıldandı.

Doğruldu ve tekrar kitaplara yöneldi. Daha önce hiç sınırsız kitap tercihi arasından seçim yapma tecrübesi olmadığından hangisine önce elini uzatacağını bilemedi. Renk renk bez, karton ciltleriyle, kalın, ince, kimisi eski, kimisi yeni arasında herhangi birini alıp kapağını çevirdi. İlk izlenim mekâna ve bu ana uygundu: tanımsız, çıkarımsız öylece donakaldı. Daha önce hiç karşılaşmadığı ve herhangi dile ait olabileceği hususunda en ufak fikrinin olmadığı şekillerden ibaret yazı/iletişim sistemine öylece bakıyordu; kare, üçgen, daire, yıldız gibi temel ve basit şekillerin yanında iç içe geçmiş noktalar, kıvrımlı, sarmal benzeri şekillerle son sayfasına dek aynıydı.

 Dikkatli bir zihin anlam çıkarabilir mi düşüncesiyle kendini hazırlayarak yanındaki diğer kitabı aldı ve bakınmaya/incelemeye başladı. O da benzer şekillerle bezenmişti son satırına kadar. Aldığı gibi onu da özenle yerine bırakıp beş-on metre öteden bir başkasını aldı. Sayfaları hızla çevirirken kaçan bir imge yakalayabileceğini umuyordu ama olmadı zaman geçtikçe bilinmezlik ve gizem ve hatta karmaşası arttı. Sayısını hesap edemeyecek kadar çok sayıda kitabı gözden geçirmişti. İstem dışı bir hareketle saatine baktı: Üçü çeyrek geçiyordu. On ikide gelmiş ise üç saatten fazladır burada olmalıydı. Düşsel ve sürreal dokunun içinde zaman diye bir kavram olması fizik dünyanın bir parçası olduğu anlamına geliyordu ki buna pek sevindi. Zaman elbette. "Saatin takvim düzeneği olsaydı hangi günü ayı ve yılı gösterirdi acaba?" diye mırıldandı. Kim bilir belki de yadırgamadığı ya da kendisi için önemli bir tarih ile karşılaşmayı umabilirdi. Ama kitapların yalnızca şekil duyumunun ötesine geçememesi hayal kırıklığı yaratmış ve yalnızlık hissini artırmıştı.

Bu kadar çok kitabı biriktirmek bir arada tutmak sıradan aklın alacağı bir şey değildi. Hepsi sonuçta buradaki düzenin bir ürünüydüler acaba bir gereklilikleri, bir nedenleri var mıydı?

Umuyordu ki bu büyüklük ve ihtişam kendisine yakışır alçak gönüllülüğü gösterir de hiç değilse birkaçı bulunduğu durumu açıklamaya yetecek ipuçlarını ve hatta apaçık aydınlanmayı sağlayacak bilgiye ve tecrübeye kolayca ulaşmasını sağlayabilirdi. İyimser olmaya ihtiyacı olup olmadığını bir an soruşturdu içinden. Evet !

Bir çırpıda açıklanıp da aynı açıklıkta anlaşılabilecek basitlik düzeyinden çok uzaktı. Bilinemezliğin ortasında şüpheyle yaklaşmanın en doğrusu olduğuna karar verirken gözlerini sabitleyerek düşüncelerle uzaklara öyle bakakaldı.

Milyon, milyarlarca kitapla bütünleşmiş tek oluşum. Küçük bir parçası olduğu büyük bütüne yanıt aramayı sürdürmek nasıl bir şeydi? Büyük ailenin yeni bir üyesiydi. Bir yanıyla kocaman bir belirsizlik uzayının içinde bulunuyordu. Daha mekâna ait süreci tanımlamaktan uzak iken, mekânın bütünü ve hatta dışı hakkında fikir yürütmeye çalışmak manasız değil de neydi. Evet !

Ortam çok dingin, çok sessiz ama sorular da çok yoğundu. Yorucu sorulara, yorumsuz cevaplar bulması mümkün müydü? Temel soruları bırakmadan burada yaşamını nasıl sürdüreceğine mi odaklan malıydı? Koşulları anlamaya ve uyum sağlamaya çalışmayı kitapları çözmek kadar anlamlı ve değerli buluyordu. Sonuçta kitaplar ve kendisi buradaki koşullar toplamının bir parçası değiller miydi?

Kendinden daha önce bulunmuş insanların geriye izler bırakabileceği düşüncesiyle kitapları yeniden karıştırmaya başladı. Belki iki saat, belki iki gün aradı, taradı; hiçbir derkenar notu, kitap arası bir şey, ne de bir başkasına rastlamadı. Her kitap şu durumda birbirinin aynı nesnelerden oluşan bir bütündü. Yalnızca, içeriklerinin bildik bir dille yazılmamış olmasındaki sembolik zorlukları nasıl çözebileceğini düşünmüyor aynı zamanda okuyabilse bile anlaşılabilir olmasını da diliyordu. Sonuçta kendisi ne bir matematikçiydi, ne de bir kimyacı. Tek bir kitabı okumayı becermek bile temel düzeyde anlamsız ve önemsiz kalabilirdi.

Sarsıcı ani bir iç titremesiyle sarsıldı? Yoksa ölmüştü de öte dünyanın meşgaleleri ile mi uğraşıyordu? Sıcak darbeler peş peşe beyninin her hücresine dalıp çıkarken hangi dünyaya ait olduğunu ayırt etmenin telaşına düşmüştü. "Ölmüş olsam, ölmüş olduğumu bilmezdim, hem ölüm böyle bir şey olmamalı," diye düşündü. Kendisini alaya alarak gülümsedi: “ah, nasıl olmalı?” Mekân, zaman ve ben bilincinin, bedenin olmadığı yerde sürmeye devam etmesi saçmaydı.

Acıkmaya da başlamıştı yani bedensel duyarlılıklara sahipti ve doğanın kurallarına tabii idi. Hatta koca bedeni nasıl doyuracağının düşüncesi ölmüş olabileceğimin endişesini bastırmaya başlamıştı bile. Fakat tüm bu ölüm ve yaşam ikilemi hisleri birkaç saat sonra tekrarlanmak üzere bir anda uçup gitti. Elindeki kitabı sertçe diğerlerinin üzerine bıraktı ve yürümeye başladı. Ucu görünmeyen koridorun sağında, solunda aynı düzen sonsuza değin akıyor, her bir farklı kitap rafları benzer diziler oluşturuyordu. Yürürken bir yandan da tavanın birleşme noktasını gözlüyordu ki epey yürüdükten sonra mekânın merkezine kesinlikle yaklaşamadığını fark etti. O yürüdükçe tavan da kendisinden uzaklaşır gibi kaçıyor, durdukça onunla birlikte o da duruyordu. Bir süre sonra adımlarının merkeze ulaşmaya yetersiz kaldığını, fark edilir bir mesafe alamadığını ama yine de az da olsa ilerlediği gerçeğini anladı.

Bulunduğu noktada eline gelen ilk kitabı raftan çekti. O da diğerleri gibi şu anda ilgi alanının değil ama bilgi alanının dışında kalmaktan öte durmadı. Onlarla arasında bir mesafe vardı ve bu ne türden bir mesafeydi? Asla ulaşılamayacak bir alana mı hitap ediyorlardı? "Belki," dedi kendi sorusuna. "Bilemiyorum"  dedi sonra.

Buraya bir ad vermeliydi. Aniden "KÜTOPYA!" dedi çığlıkla. Kütüphaneden esinlenmişti.

Kitaplar Kütopya'nın karmaşık, akıl almaz ama doğal süreçlerinin hikâyeleri olmalıydılar. Gizemliydiler ama tâbi oldukları doğal süreçlerin bir ürünüydüler; devinen, oluşan, bozulan, başlayan ve bitenlerle devam eden milyarlarca yıllık şey.

Başkaca ilahi bir anlam aramanın insanın kendisini çaresizce yüceltmeye çalışmasından, hayatını sınırlandırmaktan öteye gidemeyeceğini düşündü. Öte anlamları bilmeye yönelik eğilimler, tahminler ve inançlara yanaşmak, bütün cevapları bilmek ona son derece uzak görünüyordu. Henüz soruyu sorma aşamasına yeni gelmişken, yanıtları bilme, şüpheleri giderme, bilinmeyenleri bilinir, görünür ve tarif edilir yapma eğilimi doğru bir yaklaşım değildi. Ortamı bilmek daha değerliydi ve bilgilerin işlendiği alanın dışı kendisini ilgilendirmiyordu. Doğal sürecin hüküm sürdüğü alanın içindeydi ve onun yasalarına, nedenlerine, rastlantı ve kurallarına tabiydi. Burası gerçek, gerçek olan var olan olduğuna göre bilinebilirdi. Gerçeğin ötesinde bir tasarım kendisi için elbette bilinemez konumdaydı.

"Buraya bunları okumak anlamak, çözmek amacıyla gelmedim. Gelme amacım bunlar değil. Gelme nedenimi bilmiyorum. Ben burada bulunduğum ve burayı anlama kabiliyetimden dolayı bunları anlayıp çözmeye çalışacağım. Burada bulunuşumun nedeni gibi durmaları temel yanılgım olur," diye düşündü.

Kitapların bütün gizleri ortaya dökecekmiş, bütün sırları açığa çıkaracakmış gibi durmalarına rağmen daha da kafa karıştıracak başlangıçlar yaratacağını hissediyordu.

   Kütopya’da okunmayı bekleyen sonsuz sayıda kitap vardı. Hepsini okumak ve bundan da bir sonuç çıkarmak mümkün müydü? Evrenin bir yansıması olan beynimiz bütün bunları gerçekleştirebilir miydi?

"Sınırlarımızı bilmek de önemlidir. İnsan kapsanmış bir durumdur ve Evren'in ürünüdür. Beynimiz Evren’in sırlarını çözebilse de Evren’den üstün değildir. Evren kendi sırları açıklansın diye insanı oluşturmamıştır herhalde. Oluşum koşulları kendine özgüdür, bilinemezdir ve sıra dışı bir durumdur. "

"Bu kadar bilinmezin içinde ilkel bilgiçlik taslayanların yanında olamam, kesin yargılarla kendimi sınırlayamam, fiziksel dünyanın ötesi hakkında susmayı tercih ediyorum. Hele de yersiz ideallerle boğulduğunu fark edemeyip büyük anlamlar peşinde koşuşturan insanların şekillendirdiği bir dünyaya mahkûm olmak bana göre değil, diye söylendi.

Galileo: "Evren her an gözlemlerimize açıktır, ama onun dilini ve bu dilin yazıldığı harfleri öğrenmeden, kavramadan anlaşılamaz. Evren matematik diliyle yazılmıştır, harfleri üçgenler, daireler ve sayılardır, bunlar olmadan tek sözcük bile anlaşılamaz, bunlar olmadan ancak karanlık bir labirentte dolaşılır, durulur," demiştir.

Evren hem bilinebilir oluşumlar içerirken, diğer yanıyla da bilinemez sınırlar arasında bulunuyor olmalıydı. "Biz varsak, gizem ve bilinmezlik de olmalıdır," düşünceyle elindeki kitabı rafa yerleştirdi ve kapıya doğru yürüdü. 

Bir cumartesi akşamı keyifle çıktığı çatı katındaki kütüphanesinin merdivenlerinden biraz da olsa rahatlamış olarak aşağıya inmeye başladı. Kütüphanede vakit geçirmeye bugünlük yeterdi. Aşağıdan börek kokusu mu geliyordu?

  BLOG İÇERİĞİ / LIST OF CONTENTS YAZILAR / ARTICLES -UZAKTAN (Deneme) -YAPAY ZEKÂ, PHOTOSHOP, MS WORD… (Makale) -SORULAR (Makale)   - K...