21 Ocak 2023 Cumartesi

         SUSAMAK 14:42

Cebimdeki son kuruşa mal olsa da sonunda istediğim şeye sahip olmuştum. Saatçiden çıkarken koluma saat değil de kanat takmış gibiydim. Havanın dayanılmaz sıcaklığı bile kendisimi harika hissetmeme engel olamazdı. Otobüs durağında ceplerimi yoklarken elime dolanan bir bilet ile işe yaramayacak birkaç bozukluğun sesi bile bana eğlenceli gelmişti. Neyse ki uzun bir yolculuk olsa da eve tek biletle gitme şansına sahiptim. Otobüse adımımı attığımda sanki biraz da susamış gibiydim.

Belediye otobüslerine kalabalık olmayan bu saatlerde binmek ne kadar keyifliydi; koltukların yarıya yakını boştu. En arka sıraya geçerek oturdum. Dizlerimin üzerindeki kitapları kaymaması için dirseklerimle bastırırken bir yandan da saatimin kitapçığını inceliyordum; bilmediğim yeni fonksiyonlarını keşfetme fırsatını buldum. Bu saate sahip olma isteğinin hayatımın son zamanlardaki en sıra dışı kararı olduğunu düşünüyordum. Öğrenci harçlığıyla azar azar para biriktirerek ve sonunda satın almayı başarabilmiştim.

Otobüse ara duraklardan binenlerden biri yanıma oturmuştu. Cep telefonu ile konuşmasına hiç ara vermeden koltuğa yerleşirken bile görgüsüz ve rahatsız edici bir tarzı vardı. Ben ona aldırış etmeden kitapçık ile ilgilenmeye devam ettim. Yutkunurken susama hissimin biraz daha belirginleştiğini hissettim, henüz otobüse bineli yedi-sekiz dakika olmuştu ve daha eve varmama da çok vardı. "Keşke saatçinin soğuk bir şeyler içme teklifini reddetmesiydim," diye hayıflanmadan edemedim. Aslında susadığımı ta o zaman hissetmeye başlamıştım ama saati almanın heyecanı ve cebimdeki son kuruşa değin pazarlık yapmanın telaşıyla bu doğal ihtiyacımı ertelemiştim. Hayıflanıp dursam da suya olan ihtiyacım henüz pişmanlık safhasında değildi. Çünkü şu anlar biraz sıkıntılı da geçse bir saat sonrasında hatırlamayacaktım bile; iki bardak soğuk su içip bir şeyler atıştıracak sonra biraz ders çalışacak ve çoğu sıradan durum gibi gün içerisinde kaybolup gidecekti.

Saatime bir daha baktım. Parlak camdan yansıyan güneş bir ok gibi gözüme çakıldı. O an inanamasam da tek bir kelime ile aydınlandı. "Susadım!" Hâlbuki daha birkaç saniye önce bunun katlanılabilirliği konusunda kendime telkinin işe yaramaktan da öte hiç önemsenmeyecek bir süreç olacağını düşünmekteydim. Şimdi ise yutkunmaya çalışırken boşuna endişeleneceğimden artık emin değildim. Boğazıma bir şeyler takılıyor, kuruluğu nefesimi kesmeye başlıyordu.

Yoğun bir saat olmadığı için ara duraklardan otobüse binen de, inen de azdı. Terleyen ellerimi üflerken yolcular arasına iki genç kız da dâhil olmuştu. İçlerinden biri bulunduğum sıkıntılı durumu unutmama sebep oldu. Ortadaki geniş koridor boşluğunda durmakta ve ara sıra birbirleriyle konuşmaktaydılar. Her geçen saniye sonunda kızın varlığından etkilendiğimi fark ettim.

Yine yutkundum ama bu defa dilim damağıma yapışmış, sıkıntım azalmamış daha da artmıştı. Saatime bu kez zamanı öğrenmek için baktım.

Siyah saçlı kız ilk bakışta insanı etkilemeyen ama odaklandıkça bir şeyler keşfetmeye ve görmeye başladığım bir çekiciliğe sahipti. Güzel değildi ama çirkin hiç değildi; gür siyah saçlarını özenle toplamıştı; canlı bir teni, çok düzgün diri bir vücudu vardı. Orta boylu ve iyi giyimliydi. Yanındaki sarışın kız ise göründüğü gibi tereddütsüz çok güzel denilebilecek bir yüze sahipti, soluk bir teni vardı ve diğer kıza göre daha kısa boyluydu. Güzelliğine rağmen görmeyi umduğum kibrin eseri yoktu yüzünde.

Siyah saçlı kız yüzünü pencereden gelen esintinin ferahlığına bırakmış, o yöne çevirmişti. O an hissettiği ferahlık ve rahatlama duygusunu gizli tebessümünde görüyordum. Bu arada yanımda oturmakta olan adam bana dönerek bulunduğumuz noktayı telefondakine söylemek üzere sordu: "Mavipınar" dedim. "Pınar" kelimesinin çağrışımları beni biraz ürküttü.

Tahsildar tipli bir genç kızların yakınında bir yerde durmuştu. Yürümekten artık ezim ezim ezilmiş ama parlak bir boya ile tüm kusurlarını gizlediğini zannettiği ayakkabıları ve ince top sakalı, özensiz takım elbisesi ile tam bir tahsildar asaleti vardı. Kızların arka tarafa doğru ilerlemelerine onun rahatsız eden bakışları sebep olmuştu ve şimdi kızlar daha da yakınıma gelmişlerdi. Saatime bir daha baktım ama bu bakışın o anların heyecanını geçiştirmekten öteye bir amacı yoktu.

Aniden böylesi hoş anı hiçe sayan tanıdık bir irkilmeyi yeniden duydum. Vücudum sürekli uyarı konumuna geçiyordu artık: Su… Su... Yetmezmiş gibi bir yandan da terlemeye devam etmekteydim; tişörtümün yakası cımcılıktı, dizlerimdeki ter ise pantolondan görünür olmuştu artık. Otoyola giriş yaptığımızda daha da endişelendim çünkü inmek istesem de inemeyecektim; on dakika boyunca hiç durmaksızın otoyoldaydık.

"Dayanmalıyım" diye kendi kendimle mücadeleme devam etmekteyken bir an siyah saçlı kız ile göz göze geldim. O da, ben de gözlerimizi derhal kaçırdık.

Sessizce aynı ortamı paylaşmak zorunda kalan ama birbirlerini tanımayan insanlar bazen kendilerini çok güçlü özelliklere sahip ama gizleyen, bazen de tam aksine beceriksizliğinin üzerinde oturan biri olarak düşünür. Şimdi ben hangisiydim?

Yine göz göze gelecek miydik diye düşünürken bir kez daha göz göze geldik. İlgi mi, tesadüf müydü?

Bu hoş an bir çelişkiyi de ortaya çıkardı. Yolculuğun bir yandan hemen bitmesini isterken diğer yandan da hiç bitmemesinin ikilemini yaşamaya başladım. "Hayatta pek ender değil midir böylesi âşık olunası insanlarla karşılaşmak," diye düşünürken bunun bencil ve abartılı bir kuruntu olup olmadığını sorguladım. İnsan başkaları hakkında ne kadar da rahat fikirler yürütüyor, kolayca hayallerine dâhil ediyor, imgeleriyle nasıl eğleniyordu; bencilce, kurnazca ama pek nadir olarak da naif ve içtenlikle.

Dakikalar… Hem çarçabuk geçiyor hem de yolculuk bir türlü bitmiyordu.

Sarışın kız çantasına bakındı ve buğusu üzerinde küçük bir şişe su çıkardı. Bu da şu ana uygun olmayan ama başa gelebilecek durumlardan yalnızca biriydi. Narin parmaklarıyla kavradığı şişeyi ağzına götürdü. Su onun dudaklarına çok yakın bana ise çok çok uzakta idi. Hafifçe yana dönerek sanki karşısında çok susamış bir insan varmış da heveslendirmek istemiyormuş gibi davrandığını zannettim önce ama kâkülünü pencereden gelen rüzgârda düzeltmek için yaptığını sonradan farkına vardım. Profilden bakınca daha alımlı hatta etkileyici göründüğünü söyleyebilirim. Yandan görünüşünde daha önce farkemediğim gözkapaklarındaki gizli hüznü de yakalamış oldum.

Onu izlerken kendim içmiş gibi rahatlayacağımı düşündüm ama kahrolası yutkunma isteği yine geldi. Susuzluğa henüz boyun eğmemiştim ama vücudumdaki her hücre bu direnişin çaresizliğini belli ediyor gibi eza veriyordu.

Gitgide kendimi apaçık suçluyor, saatim sevimsiz bir plastik parçasına dönüşüyor, her yutkunma da değersizleşiyordu. Ne önemi vardı şimdi markasının, renginin, kullanmayacağım bir sürü gereksiz fonksiyonunun. Oysa şu an siyah saçlı kızın bir bakışından veya bir kar tanesinin dilimin ucunda bırakacağı serinlikten daha önemli değildi hiçbir şey. Ama kendimi de ne kadar suçlayabilirdim ki, aylardır istediğim bir şeyi de almıştım işte.

Sıkkınlıkla farkında olmadan dizlerime doğru öyle eğilmişim ki aniden doğruldum. Dışarıdan bakan biri şu an her şeyin yolunda, sorunsuz olduğunu düşünürdü. Kimsenin bir diğerinin içten içe ne yaşadığını, ne durumda olduğunu anlamasının pek mümkün olmadığını, her gün karşılaştığımız yüzlerce insanın kimilerinin gerçekten dayanılmaz fiziksel, ruhsal sıkıntılar içinde olsalar da bunun karşıdaki insana pek bir anlam ifade etmediğini gördüm. Herkes kendi hayatını yaşıyordu doğal olarak.

Bu arada siyah saçlı kız ile bakışmalarımızın tesadüf olmamasını dilemekle meşguldüm yine. Dileğim onun bana bir daha bakması ve ilgiye dair başlangıç dakikalarının yaşandığını hissetmemi sağlamasıydı. Oysa karşımızdakinin hikâyesini bilmeyiz; huylarını, beğenilerini, isteklerini, amaçlarını, geçmişini, kişiliğini, o anda neler yaşadığını, hissettiklerini bilmeyiz. Bencil ve gizil kuruntularla dolu dünyamıza imgesini alır ondan da romantik karşılıklar bekleriz. Kendimizle durduk yerde ilgilenilmesi hoşumuza gider çünkü narsist ve tek yönlü anlayışımızı tatmin eder. Bu istek gün içerisinde tazelenip durur.  

Ama ben ondan hoşlanmıştım.

Dakikalar ve duraklar geçiyordu. Sarışın kız tekrar su şişesini ağzına götürdü. O anda otobüsün sarsıntısıyla şişeden sıçrayan bir su damlası kızın kirpiğine sıçrayınca birkaç defa gözlerini kırpıştırmak zorunda kaldı.

Şimdi çevresini ve köşede oturan ve biraz sıkıntılı görünen genç adamı daha rahat görebiliyordu. Onunla daha öncede birkaç kez karşılaşmıştı. "Ellerimle daha çok ilgilendi… Yoksa su şişesine mi bakıyor arada… Bu akşamı hayırlısıyla atlatabilseydim," diye söylendi içinden. Bu akşam birileri onu istemeye gelecekti ve bu kaçıncıydı. Tanımadığı insanlarla, tuhaf bir misafirperverlik içerisinde saatlerce oturacaklardı. Eve hiç gitmeyi istemiyordu. "Şu genç adam yine bana baktı… Yutkunup duruyor, hasta mı acaba, yakışıklı da sayılır… Bugüne kadar hiç gönlüme göre sevgilim olmadı, bu durumu bilseydi bir şeyleri değiştirebilir miydi? İlgilendiğimi belli etsem mi?" Kendi sorunlarını ve akşamın sevimsiz misafirlerini düşünmeye devam ederken istemeden de olsa yanındaki arkadaşının tırnaklarına gözü kaydı yine. Siyah saçlı kızın avucunu yumarak gizlemeye çalıştığını görünce, "Onunki de farklı bir dert," diye söylendi içinden.

Sarışın ile siyah saçlı kız arkadaş olalı henüz çok olmamıştı ama birbirlerine kısa süre içinde ısınmışlardı. Çoğunlukla birlikte okula gidip geliyorlardı. Üniversite ikinci sınıf öğrencisiydiler; aynı bölümde okuyorlar ve birbirlerine de çok yakın oturuyorlardı.

 "Yine tırnaklarımı gizliyorum, bu alışkanlığımdan ne zaman kurtulacağım," diye hayıflandı siyah saçlı kız. "Daha önce hiç bu kadar güzel eli ve tırnakları olan bir kız görmemiştim." İstemeden de olsa sarışın arkadaşının ojeli tırnaklarına kayıyordu gözü. Kendi tırnaklarının doğuştan ‘kapalı tırnak" olması ne talihsizlikti. Hiçbir zaman tırnakları uzamamış, onlara özenle bakım yapma şansına erişememişti. Çirkin göründüğünü düşünüp ortaokul yıllarında kendine bu yüzden çok eza etmişti. Şimdi eskisi gibi kafasına takmıyordu ama bazen farkında olmadan avuçlarını yummasına ve tırnaklarını gizlemeye çalışmasına da engel olamıyordu. "Hem şu karşıdaki genç arada kendisine mi bakmaktaydı? Hiç de tipi değildi."

Yanımdaki adamın iki koltuğu ortalayarak oturduğunu da yeni fark ettim. Yani hala bir kişilik yer vardı. Tam o esnada adam telefonu kulağından çekmeden bana doğru yanaştı ve kızlara doğru "buyurun" işareti yaptı. Siyah saçlı kız oraya oturursa yan tarafta kalacağından onu göremeyecektim. Ben de yer vermeliydim ki iki kişilik yer açılabilsin ikisinin de oturma imkânı olabilsin. Tam kalkmaya yelteniyordum ki hareketim yarım kaldı. "Biraz sonra ineceğiz," dediklerini işittim. Gidiyorlardı, elbette bu yolcuğun ve maceranın bir sonu vardı. 

İki durak daha geçmiş olmalıydık. Otobüs şehrin büyük sitelerle dolu bir bölgesine gelmiş ve durağa da yanaşmıştı. Burada mı ineceklerdi? Sarışın kız arkadaşına, "görüşürüz," deyip kapının açılmasını beklerken benim bulunduğum tarafa, beni hedeflemeyerek öylesine bir bakış attı. Bu arada telefonlu adamın hangi durakta indiğini fark etmemişim bile. Otobüs hareket edince bir sonraki durakta inmek üzere esmer kız da düğmeye bastı.

Birbirini tanımayan insanların aynı mekânı paylaşma sessizliği ve sıkılganlığı ile karşısında bir karaltı olarak duran kimseyi ister istemez hissedeceğini düşündüm. Benden tarafa başını çevirirse ve bir daha göz göze gelirsek ona karşı duyduğum heyecanı bir miktar gösterebilme cesaretim ile "merhaba," diyebilecek miydim?

O, aksine bulunduğum tarafa hiç bakmadığı gibi kız arkadaşı ile birlikteyken ki canlı yüz ifadesinin yokluğunda ilgisiz duruşuyla ortamın ve orada bulunanların farkında bile olmadığını, bir an önce inmek istediğini belli ediyordu.

Durak tabelasının hemen önünde durdu otobüs. Kız iner inmez esmer, güleç yüzlü, renkli gözlü, heyecanlı bir genç karşıladı onu. El ele tutuşup savuştular.

         Ben de öbür durakta inip gerisin geriye yürümeye başladım; saymadım ama inmem gereken durağı altı-yedi durak geçmiş olmalıydım. Sıcaktan yer yer yumuşayan asfaltın genzimi yakan kokusu eşliğinde yaklaşık kırk dakika sonra evde olurdum. Etraf sessiz, kuru otların arasındaki ağustos böcekleri olabildiğince gayretliydi. Yeni ve çok fonksiyonlu saatim 14.42’yi ve 42 derece sıcaklığı gösteriyordu. Çok ama çok susamıştım ve neredeyse can derdine düşmüştüm. 

GÜVENLİK DUVARI (ÖYKÜ/BİLİM-KURGU)

Bir sivrisinek, mışıl mışıl uyuyan Bay Tar’ın ensesine kondu. İğnesini özenle ve rahatsızlık vermeden en derine batırıp gövdesini kan ile doldurdu. İşi bitince de geldiği gibi sessizce odanın bir köşesinde duran minik ışıkların yandığı cihaza doğru uçtu. Cam gibi parlak yüzeye konup, ortasından bulunan işaretli noktaya emdiği bütün kanı boşalttı. Cihaz mikro motorlarını ve işlemcilerini kanın akışıyla birlikte harekete geçirdi. Bay Tar'ın kan tahlili yapılıyordu. Sivrisinek havalanarak cihazın kenarındaki özel bölmeye girdi ve kendini park etti. Bu kez yanındaki bölmenin kapağı açıldı ve pembe renkli bir sivrisinek Bay Tar’ın karısına doğru aynı işlemleri yapmak üzere uçuşa geçti.

Sabah saat altı buçukta bu kez 'Zinde Uyandırma Servisi' robot sivrisinekleri harekete geçti; her ikisini de alınlarının ortasından zerk ettiği özel zindelik sıvısıyla uyandırdı. Bay Tar, "Günaydın" dedi karısına gülümseyerek.

Kadın "uykum var" diye karşılık verdi açamadığı gözleriyle.

"Uykun mu var?" diye mırıldandı Bay Tar. Hemen başını tavandaki ekrana çevirip uyku süresince yapılan işlemleri inceledi. Listenin en sonundaki 'Zinde Uyandırma Servisi' sivrisinek robotlarının model ve yazılım sürümlerinin güncellenmesi gerektiğini karısının her zamanki gibi ihmal ettiği görünce: "Hayatım onları değiştirmeni öneririm, bak şu anda kendimi mükemmel hissediyorum. Hem şu güncelleme işini neden otomatiğe almıyorsun da kendini yoruyorsun?"

"Galiba haklısın sevgilim," dedi kadın.

Kan değerlerine göz atan Bay Tar bugün neler yemesi gerektiğini, moral seviyesinin düşmemesi gereken alt sınırı, atacağı adım sayısına kadar detayları öğrendi.

Bay Tar'ın işe gitme vakti gelmişti. Arabasına yaklaştığında kapısı otomatik olarak açıldı. Koltuğuna oturunca çeşitli yüzeyler hafif sesler çıkararak açıldı, şekil değiştirdi, panelleri aydınlandı. Araç "Günaydın efendim" diye karşıladı. "Güzergâh iş adresi mi efendim?" Araç onay sözü beklerken Bay Tar elindeki iletişim cihazını karıştırıyordu. "Güzergâh iş adresi mi efendim?" diye nazikçe tekrar seslendi.

"Ha evet, evet…"

Araç büyük bir hızla yerinden fırladı… Kentin yüksek kesimlerinde oturan Bay Tar 12 dakika sonra iş kulesinin kapısında olacaktı. Yolda giderken her zamanki gibi aşağıları izlemek çok hoşuna gitti.

Aynı mimari stildeki binlerce dev kulelerden oluşmuş ülkenin merkezinde Başkanlık Sarayı ve Ülke Bilgisayarı'nın bulunduğu 900 katlı kule bulunuyordu. Ana kulenin çevresine dizilmiş altı tane 875 katlı kule ile onları da çevreleyen ve yüksekliği azalan kulelerle yer seviyesine kadar inen bir mimari sisteme sahipti şehir. Bütün kuleler merkez kule ile birlikte kendi aralarında bağlantı tünellerine ve yollarına sahipti. Bağlantılar her 100 katta farklı yönlere doğru düzenli bir ağ oluşturuyordu. Ülke uzaktan adeta yekpare tepeyi andıran görünüme sahipti.

Bay Tar aracına park ayarına geçmesini söylerken iletişim cihazı 'Kişisel Güvenlik Duvarı'nı açmadığı için onu uyardı. Otomatik olarak açılmadığı için biraz söylendi. 'Kişisel Güvenlik Duvarı' çok özel kıyafetlere yerleştirilmiş donanım ve yazılımlardan oluşan bir sistemdi. İnsanı güneşin zararlı ışınlarından, radyoaktiviteden, havadaki mikrop ve virüslerden, yapay sinyallerden, sert darbelerden koruduğu gibi aynı zamanda donanıma ait yazılımları da zararlı kodlardan koruyan bir kalkandı. Bu arada arabası çoktan zeminin altına alınmıştı bile…

Asansöre bindiğinde kişisel cihazlarıyla iletişim halinde onlarca insanla karşılaştı. Ellerindeki yahut gözlük ya da lens olarak takılmış cihazlar birbirlerine otomatik olarak 'Günaydın' mesajları gönderdiler. Hemen hepside gelen mesajları sahiplerinin programladıkları gibi anında sildiler.

Bay Tar'ın iletişim cihazına bir uyarı sinyali geldi. Cihaz 'Kişisel Güvenlik Duvarı'nın ağız yolunda bir virüsü etkisiz hale getirdiğini bildiriyordu. "Alfa8012 türü grip virüsü başarıyla engellendi." Altında da "Güvenlik Duvarı yazılımını yeni sürümle güncel tutmaya devam edin," yazıyordu.

Bay Tar, "Eskiden insanlar böylesi akıllı cihazlar, akıllı yazılımlar olmadan nasıl yaşıyorlardı" diye düşündü. Kendisinin o dönemlerde yaşamadığı için ne kadar şanslı ve avantajlı olduğunu hissini bir kez daha yaşadı. "Bir yerlerde okumuştum cep telefonları yaygınlaştığında da insanlar aynı şeyleri hissetmişler ve seyyar telefonları olmadığı zamanları yaşanması çok zor dönemler olarak algılamışlar."

İşyerinin bulunduğu kata yakın Bay Tar, "Bu sabah Tük kahvesi içmek istiyorum," diye sekreterine mesaj gönderdi. Binanın diğer tarafındaki sekreteri içecekler arasında Türk kahvesi aradı; tabii kendisi değil; erzak ambarı servisinden yararlanarak. Olmadığını öğrenince 'Satın al' sitesinden hemen siparişini verdi. Daha Bay Tar gelmeden Türk Kahvesi paket halinde erzak dolabına girmişti bile. Fakat sekreter bu kahvenin nasıl yapılacağını bilmediğinden 'Bilumum İşler Tedarik Servisi'ni arayarak yardım istedi. Bay Tar daha bürosuna daha girmeden cezve, kaşık, kahve fincanı gibi gerekli malzemeler sekreter masasının arkasındaki dolaba çabucak ulaştırılmıştı. Bir Türk internet sitesinden indirdiği 'Kolayca Türk kahvesi Yap' adlı yazılımı içecek robotu veritabanına ekleyip bekledi, az sonra Türk kahvesi hazırdı. Sekreter kahveyi kendi elleriyle servis yaptı. Çünkü yazılımın 'Nazik uyarılar' bölümünde 'Türk Kahvesinin' mekanik ulaştırma ya da robotlar tarafından ikram edilmemesi gerektiğini mümkünse eski geleneklere uygun olarak el ile servis edilmesinin uygun olacağı tavsiye ediliyordu.

Bay Tar bir yatırım danışmanıydı. İşleri her zamanki gibi çok yoğundu. Zamanının bir kısmı tabii ki yatırımlar, görüşmeler, değerli kâğıtlar, almak, satmak gibi işlerle ilgiliydi; diğer bir kısmı ise hayatı kolaylaştırdığını düşündüğü ve mutlaka sahip olunması gereken cihaz ve yazılımları takip etmek, incelemek ve araştırmak ve tabii ki onları satın almaktı.

Birkaç saat sonra başını iş ekranlarından ayırıp diğer tarafa döndü ve 'Yaşam Ekranı'na göz attı. Gelen mesajlar yine bir sürü gelişkin cihaza ilişkin bilgileri içeriyordu. İşte bunlardan birisi şöyle diyordu: "Mükemmel rüya ayarlayıcı… Bizim lenslerimiz gözlerinizi günün yorgunluğunu gidermekle kalmaz, yeni sürümde istemediğiniz rüyaları üstelik güçlü güvenlik duvarı ile engelleyebilirsiniz de… Ayrıca beş mükemmel rüyanın demosunu da izleme imkânı size sunuyoruz. Bizi seçin…" Rüya demoları çok ilgisini çekmişti, en pahalısından en ucuzuna doğru tek tek incelemeye başladı. Mükemmel tasarımlar, sunumlar vardı, en pahalılarından birkaçını işaretledi.  

Bay Tar lenslerle ilgilenirken içeriye sekreteri girdi. "Efendim genel e-posta adresimize sıra dışı bir mesaj geldi," dedi.

"Nereden?" diye sordu Bay Tar kafasını ekrandan kaldırmadan.

"Tabon'dan efendim."

"Tabon…" diye şaşkınlıkla tekrarlayarak sekreterine baktı. "Tabon… Böyle bir istasyon duymadım, yeni bir yerleşkesi mi? Sen duydun mu?"

Sekreter nasıl söyleyeceğini bilmemenin sıkıntısıyla: "Tabon dünya dışı değilmiş efendim," dedi. "Bir yerleşke de değilmiş!"

"Eee, ne o zaman?"

"Bir ülke, yeryüzünde bir ülke…"

"Tabon!" dedi şaşkınlıkla sonra ciddileşerek söylendi: "Ülkemiz dışındaki topluluklara ait bilgilerin gereksiz ve faydasız olduğunu üstelik pek hoş karşılanmadığını sen de biliyorsun. Böylesi detaylar halkımız arasındaki iletişim uyumunu ve çalışma hevesini azaltıyor… Hem mesaj çok tehlikeli virüsler içerebilir."

"Kontrol ettim efendim mesaj temiz."

Bay Tar sekreterine çok saygı duyduğu ve ne yaptığını bilen birisi olarak tanıdığından, "Hem… Tabon'un dünya içerisinde bir yerleşke olduğu bilgisine nasıl ulaştın?" diye sordu ve devam etmesini istedi.

"Bu durum oldukça ilgimi çekti, ben de Ülke Bilgisayarı'ndan yardım istedim. Onlarda 'Bilgiye Ulaşma Seviye Kontrolü' yaptılar ve bu konunun 'Yoğun Bilgilenmeye İzin Verilebilir," olduğuna karar verip beni resmi ama arkaik bir internet sitesine yönlendirdiler…" Sekreter devam etti: "Orada gördüm ki Tabon bir Afrika ülkesi. Ülke hakkında başka bir bilgiye de ulaşamadım efendim."

"Bizim dışımızda insanların yaşadığını duymuştuk ama onlara ve yaşamlarına ait detaylar ile ilgilenmiyoruz. Bilgimizi, sermayemizi ve olanaklarımızı her zaman kendi çıkarlarımız için kullanmak en doğru ve en güvenli ilkedir."

"Biliyorum efendim."

"Peki, bu mesaj Ülke Güvenlik Duvarı'nı nasıl aşmış? Nasıl bilgisayarlarımıza ulaşmasına izin verilmiş."

"Zannederim o bölge yerleşkeleri çok ilkel bir ağ erişim protokolü kullanıyorlar. Güvenlik duvarımız dünyada artık öyle bir erişim yöntemi olabileceğini düşünmediğinden atlamış olmalı."

"Tanrım hangi çağda yaşıyoruz," diyerek kaygıyla söylendi. "Peki, kim göndermiş?"

"Bir çocuk hem resmini de eklemiş." Sekreter ekranı işaret ederek, "Bakmak ister misiniz efendim?"

Bay Tar acele etmeden ilgili pencereyi ilgisizce açtı ve okudu. Mesaj kısaydı: "Merhaba, iyi günler efendim." Altında zayıf, çelimsiz ama sevimli, gülen bir zenci çocuk fotoğrafı görülüyordu. "Ne bu şimdi?" diyerek hoşnutsuzca çıkıştı.

"Zannederim iletişim kurmaya çalışıyorlar. Cevap yazacak mıyız efendim? Çünkü 'Ülke Güvenlik Duvarı' üç dakika içerisinde bizden bir talep gelmezse o adresle iletişimi ebediyen engelleyeceğini bildirdi."

"Hayır, tabii ki yazmayacağız! Biz işimize bakalım."

"Peki efendim."

"Ha unutmadan şu rüya ayarlayıcı lenslerden denedin mi hiç?"

"Denemedim efendim, çok pahalı."

"Hemen iki tane sipariş ver, karıma da sürpriz olsun."

"Peki..."

 Ekranındaki mesajın kendiliğinden silinmesini beklemeden kapattı.

TOHUM (ÖYKÜ/BİLİM-KURGU)

        Yüzey dümdüzdü, hayal edilemeyecek kadar geniş ve pürüzsüz. Göz kamaştırıcı beyazlık, uçuk pembenin, sarının, mavinin hafif geçişleriyle sonsuza değin uzanıyordu. Boşluk değildi, hayal değildi... Nesneler vardı ve onlarla atmosfer daha da uyumlu ve çok güzeldi. Yavaşça salınıp duran nesneler; yukarıya, aşağıya, sağa, sola… Havada asılı kalmış dev su damlaları gibi ağır ağır süzülüp dalgalanan...

İnsanların alışık olmadığı ölçülerde devasa ve tuhaf görünüşlü şeylerdi. Bildik yaşam biçimleriyle karşılaştırılacak şeyler değillerdi ve tecrübelerimizin dışındaki dünyalara ait varlıklardı. Her birisi onlarca kilometre yükseklikte, kilometrelerce genişlikte; gözü, kulağı, kolu, bacağı olmayan, sanki şeffaf, ışıklar yayan dev boyuttaki mikro hayvancıkları andırıyorlardı.

İncecik çıngırak sesleri yayıyorlardı yüzeye; öyle derinden, bazen melodik. Bu çıkarabildikleri tek sesti.

Düşünme ve iletişim esnasında nesneler parlak mavimsi ışıklar yayıyorlar, sürekli ışıldıyorlardı. Işık yaymayan nesne yoktu, onların dünyasında var olamazdı da zaten. Işıklar kimi zaman belli noktalardan doğarak hızla tüm gövdelerine yayılıyor, kimi zaman parlaklığı değişen farklı şekillerle azalarak birkaç noktada toplanıyor sonra tekrar dalga dalga yayılmaya başlıyordu. Bazen bir nesneden diğerine ışık akımı başlıyor, ışıklı gösteri tüm yüzeye ve tüm nesnelere aynı anda aniden yayılabiliyordu.

Parlak derilerinin altında milyarlarca ipliksi sinir yapısının arasında çok açık, pembe renkli bir sıvının akışı sezilebiliyordu. Hafifçe sarıya kayan daha parlak bir bölge ise nesnelerin beyniydi ve gövdenin yarısından fazlasına yayılmıştı. Bundan başka da hareketi hissedilebilen bir organ gözükmüyordu.

......

Beyinlerini tamamına yakın bir kapasite ile kullanabilen milyonlarca nesne...

İçinde yaşadıkları evrenin memnuniyetle parçası olmuş üst nesneler...

......

Şaşırtıcı bir şey oldu: Milyonlarcası aynı anda uzaklık farklarına rağmen aynı anda çok hafif bir rüzgâr esintisi hissettiler. Nereden geldiğini bilemedikleri bu tatlı esinti bildik dünyalarını hiç tatmadıkları duygularla doldurdu bir anda onları. Bir başkalık ve bir değişim, bir hareketlenme seziyorlardı.

Bütün nesneler her zamankinden gitgide daha hızlı salınmaya başlamışlar hatta bazıları dans eder gibi hal aldılar. Bu taşkın bir sevinç gösterisiydi onlar için ama yine de öyle aheste ve acelesiz idiler ki. Belli belirsiz renk değiştirenler bile vardı. Renk değiştirme kodunu iki milyar yıldır kullanmadıklarına dair bilgi aktarıldı her birinden diğerine. Çok hoşlarına giden ve yeni hazları içeren harikulade bir durum yaşıyorlardı.

Bir sonbahar yaprağını bile yerinden kıpırdatamayacak kadar küçük bir esintinin varlığı, istekleri ve iradeleri dışından bir güç ile karşılaşma aşamasında olduklarını işaret ediyordu.

Milyarlarca yıl bekledikleri şey gerçekleşmeye mi başlıyordu yoksa?

Kendi aşamalarının imkan verdiği her bilgiye ulaşmıştı bu nesneler. Gelişim ve değişim meşakkatli, sancılı, yavaş olmuştu, milyarlarca yıl almıştı ama başarmışlardı sonunda. Üst nesne olmanın keyfini sürerlerken, akıllı, hoşgörülü, sakin ve gururlu varlıklardı.

Nesneler yedi milyar yaşındaydılar. Dört milyar yıl boyunca maddeselliği yoğun bir yaşam sürmüşler,  son üç milyar yıl boyunca da edindikleri bilgileri düşünsel ve düşsel bir yaşam sürecine dönüştürmüşlerdi. Kendi dünyalarını hatta evrenlerini kendi içlerinde yaratma yolunu seçmişler, her biri beyinlerinde mükemmel evren modelleri tasarlama telaşı ve iradesi ortaya koymuşlardı.

Birbirleriyle düşünce aktarımı yoluyla iletişim kuruyorlardı. Özgün yeni kodlar hemen diğerlerine iletilmekteydi. Beyinlerinde sakladıkları kod sayısı kırk dokuz haneliydi ve kodların diziliş sırası her birinde farklıydı. Ama bu anlaşabilmelerinde ve kendilerini daha da geliştirebilmelerine engel olan bir durum değildi. Doğruyu bulmak için bütün bireyler üretime katılıyor, birbirleriyle iletişim kurarak bilgiye ortak oluyorlardı. Bazı sorunlar ancak böyle çok boyutlu, çok katılımlı çözüme kavuşturulabiliyordu çünkü. Bundan iki milyar yıl önce nesneler şu kararı almışlardı: "Bir düşünce kodu yanlış ve de uygunsuz da olsa tartışılacak, doğruluğu test edilecek ve geçmiş tüm kodların ışığında değerlendirilerek ortak koda bağlanacak, evrensel davranışa sunulacaktır."

Düşünce alışverişleri öyle yoğun ve derindi ki yavaş devinimlerinin gerisinde milyarlarca kod akmaktaydı birbirlerine. Yaşamlarının son noktasına kadar da devam edecekti bu gizemli ve görünmez faaliyetleri.

Nesneler esintiye kendilerini bırakmışken aynı anda durdular.

Belirli nokta etrafında büyük bir hızla dizilip iç içe milyonlarca çember oluşturdular. Çemberin ortasında çok farklı, çok küçük bir nesne duruyordu. Evet...

"Atmosferimize misafir nesne gelmiştir," bilgisi iletildi ışıktan da hızlı.

Beyin bölgeleri parlak turuncuya dönerken hızlı hızlı dairesel ışık atımları yayıyorlardı.

Sessizce bekleştiler...

Kaynağını bilemedikleri bir ileti ile irkildiler. Dış ses şöyle seslendi: "Kaynağı gizli boyuttan atmosferinize HU5 grubundan bir tohum gönderilmiştir. Başlangıç maddeciği...

"Nasıl bir başlangıç?" diye karşılık verdi nesneler.

Dış ses: "Beyin kapasiteniz ve kod sayınız, tohumun atmosferinize gelişiyle tamamlanıyor. Biliyoruz ki sizler 'Atmosferinizi koruyarak' kapasitenizin yüzde doksan dokuzunu kullanabilen yetkin nesne seviyesine ulaştınız. Beyninizin geri kalan yüzde birlik kısmını kullanamayacağınızın ve bu kısmın kendi boyutunuzda çözülmezliğinin farkında olmalısınız. Ve şimdi sona yaklaşıyoruz memnun duygularla yerinizi bu tohuma bırakacaksınız.

Nesneler: "Diğer boyutlarda çözebilme şansımız var mıdır ve hem nereye gidiyoruz?"

"Her beyinde var olan bu kısım ancak en üst düzey varlık bilgilerini taşır. Bunu kimsenin çözebileceğini düşünmüyoruz, hatta bir bilenin olduğunu da düşünmüyoruz. Bu, beyin sahibinin iradesi ve boyutu dışındaki nedenlere dayanmaktadır. Nereye gideceğinize gelince: Başlangıçlar ve bitişler vardır atmosferinizde, geçeceğiniz boyutta ise yalnızca başlangıçlar."

Dış sesin sözleri çok hoşlarına gitmişti nesnelerin. Tanışacakları, değerlendirecekleri, bağlantılar kuracakları değerli bilgiler potansiyeline kapıların açılmasına çok sevinmişlerdi. "Düşünmüyoruz derken yalnızca kendinizi değil kendi evreninizdeki herkesi kastettiğinizi anlıyoruz ve bize seslenenin bir nesne değil herkes olduğunu düşünüyoruz. Sizlerde bizler gibi benzer süreçlerden geçmiş olmalısınız."

"Evet."

"Tohumun nereden ve nasıl gönderildiğini bilmiyoruz ama tohum ile birlikte uzun ve zahmetli bir varoluşun yeniden başlayacağını biliyoruz..." diye karşılık verdi nesneler.

Dış ses: "Hazır mısınız?"

Aynı anda: "Hazırız!"

Gelmiş geçmiş tüm zamanlarda yalnızca bir kez yaşanabilecek gizemli olayın aşkın duyguları coşkulu, seyredilesi görüntüler başladı. Oluşturulan çemberler birbirlerinin zıt yönlerine hareketlenmeye ve salınmaya başladı. Çıngırak sesleri en üst seviyeye çıktı. Özgün biçimlerini artık denetimde tutmuyorlardı. Yumuşak sedefsi bir doku gövdelerini yavaş yavaş kapladı. Her birisi ayrı bir ışık kaynağı gibi parlamaya başlamışlardı. Uzayıp inceliyor, sağa sola yatıyorlar ve bu dalgalanmalar oluşturdukları çember düzeninden içeriden dışarıya, dışarıdan içeriye doğru simetrik bir ritimle yayılıyordu. Onlar birer üst nesneydi ama yaşadıkları bu anlar onlar için de muhteşemdi ve inanılmazdı, yürekleri kıpır kıpırdı.

Atmosferde gözlenen renk değişimi nesneleri susturdu. Beyaz koyulaşıyor, başkalaşım yapılanmaya başlıyordu.

Dış ses: "Bu bilgiler çok gizlidir... Siz başardınız, daha üst ve özel, yeni boyutta XM9 grubunun özü olarak yaşamaya başlayacaksınız. Şimdiki aşamanın üst bilgi seviyesi yeni boyutta alt seviye olarak kabul edilmektedir. Yeni boyutta bir önceki aşamadan gelindiği bilinmeyecek yalnızca silik ama hoş hatırlamalar sağlanacaktır. Yeni boyut farklı medeniyet grupların ilk buluşma noktasıdır. Bekleme süresi göz açıp kapayıncaya kadar geçen bir süre hissidir. Bu bilgiler gelişme seviyeniz yetkinlik düzeyine ulaştığı için size verilmektedir."

Dış ses devam etti: "Yeni tohum 'Yeryüzü' denilecek yerde farklı türün oluşumunu sağlayacaktır. Yaşam şartlarında beyin gelişme ve geliştirme potansiyeli mevcuttur. Kendilerini ve atmosferlerini koruyarak yetkin nesne seviyesine ulaşabildikleri takdirde onlarda sizin gibi bir üst aşama buluşma boyutuna gönderilecektir. Ve bu ancak bilinçli ve ölçülü yaşam biçimi ile mümkün olacaktır. Bu sizin aşamanız için de geçerli bir ölçüttü. 'Akıllıca davranmak' yeryüzüne uygun bir deyimdir.

Şimdi yükseleceksiniz ve hep bir araya geleceksiniz. Yeni bir tohum oluşturacaksınız. Önemli... Birleştirme kodu başka beyinlerin marifetidir. Önemli son bilgi... Önemli... Biz de sizin şu anda bulunduğunuz aşamalardan geçenleriz."

Nesneler hayretler içerisinde kaldılar ama tepkileri hafifçe gülümseme oldu. Sonra tohuma ilk, kendi dünyalarına son mesajı gönderdiler: "İyi şanslar."

Çemberlerden oluşan kütle yükseldi, yükseldi. Göz açıp kapayıncaya kadar kısa sürede dış çemberlerden içeriye doğru güçlü bir parlamayla ve patlamayla ufacık noktada birleşerek kayboldu.

Boşluk daha da kararmaya ve soğumaya başladı. Toz bulutları belirdi devasa; kimisi yoğunlaşıp toplandı ve parlamaya başladı, kimisi daha da yoğunlaşıp kayboldu. Işık ve madde gizemler eşliğinde evreni doldurdu. Yüzeyler oluştu renk renk, sıcak, soğuk, katı, akışkan...

Yeni tohum hiçbir şey olmayacakmış gibi herhangi bir yerde tek başına duruyordu...

Atmosfer kızıla dönmüştü. Boğucu bir rüzgâr esti, yeri göğü inleten şimşek çatırtısı duyuldu, yağmur taneleri sıcak toprağın üzerindeki tohumu acımasızca dövmeye başladı...

         SELÇUK BEYİN ÖZLEMİ (ÖYKÜ)

Büyük masasın etrafına dizilmiş yönetim kurulu üyeleri aşırı bir dikkat ve memnuniyetle konuşmacıyı dinlemekteyken yönetim kurulu başkanı ve patronları Selçuk Beyin ortamdan uzak, ilgisiz ruh halini konuşmacının, "kârımızı geçen seneye göre iki kat artırdık," sözü bile değiştirmedi. Selçuk Bey orada bulunmak ile bulunmamak arasında kalmış bezgin haliyle dev ekrandan renkli şemaların geçişini dalgın dalgın öylece seyrediyordu.

"Sayın Başkanım!" diye temkinle seslenen konuşmacıyı duymayan Selçuk Beyin böylesi halleriyle son zamanlarda pek sık karşılaşır olmuşlardı. Haftalık toplantılarda sık sık dalıp gidiyordu ama şirketin yılsonu toplantısında, hele de önemli kararların alındığı, yeni yatırımların planlandığı, kârlılığın açıklandığı böylesi bir toplantıya bile ilgisiz kalmasını da yadırgamadan edememişlerdi. "Başkanım!" diye daha yüksekçe tekrarladı konuşmacı.

"Ha evet… Güzel, güzel." diyebildi. "Toplantı bitti mi?" diyerek kendini toparladı ve ayağa kalkarak pencereye doğru gitti. Masanın çevresindekiler bakışarak bu durumu garipsediklerini bir kez daha sessizce birbirleriyle paylaştılar. "Beyler, yakında size önemli bir kararımı bildireceğim," dedi.

Son günlerdeki değişikliklerin nedenini ‘önemli’ dediği bu kararla mı açıklayacaktı yoksa? Biri, "Nasıl bir karardan bahsediyorsunuz?" diye sordu.

"Önümüzdeki toplantıda açıklayacağım."

"Merakta bırakıyorsunuz bizi," diye karşılık verdi adam. İş ve yatırımla ilgili bir karar ise çok sevinecekleri belliydi. Selçuk Beyin bu kısa açıklamalar sırasındaki canlılığını ve kararlılığını ise gözden kaçırmışlardı.

Akşam malikânesine döndüğünde toplantının sonlarında yakaladığı enerjisini karısı ve oğlu da fark etti. Yemek masasına oturduklarında, oğlu: "Yılsonu toplantınız iyi geçti anlaşılan," dedi gülümseyerek.

"Evet, yeni kararlar alacağız, onun heyecanı içerisindeyim," dedi ama kararların ne olduğu konusunda hiçbir ayrıntıya girmedi, zira dev holdingde her gün onlarca karar alınıyordu ve hiçbiri de ev halkını doğrudan ilgilendirmiyordu.

"Bu heyecanın çok hoş," diye araya giren karısının gözü ister istemez yemeğe oturduklarından beri kocasının buruşturup durmakta olduğu peçetedeydi. Çünkü kocası, peçetelerin asla buruşturulmadan, özenle kullanılması gerektiğini çok iyi bilmekteydi ve peçeteler evdeki titiz kuralların uygulanması sırasında mesele olmaktan epey zaman önce çıkmıştı. Uzun yıllardır çok hassas davranan kocasının bugün niçin böyle kuraldışı davrandığına anlam veremese de kafasındaki soru işaretleri nahoş bir rahatsızlığa çoktan neden olmuştu. Kadın yediği yemekten hiç tat alamadı ve hisleri sanki bir şeylerin yolunda gitmediğini söylüyor gibiydi. 

Selçuk Bey yatakta elleri başının arkasında uzanmışken nedense uzun zamandır böyle huzurlu görünmemişti. Karısı onun bu rahatlığı karşısında kuşkuyla sordu, "Ne oluyor Selçuk?"

Bir süre sessizce beklendi, "nasıl ne oluyor?"

"Sendeki bu değişimi soruyorum."

"İş heyecanı."

"İş heyecanı mı, güldürme beni." Sorgulayıcı ifadesi gözden kaçmadı. "İşinin seni uzun zamandır heyecanlandırmadığını biliyorum."

Selçuk Bey, karısının takıntıları yüzünden sık sık kavga ettikleri dönemler artık çok gerilerde kalsa da, sinsi bir anlaşmazlığın rahatsız edici atmosferi ile yıllar yılı birlikte yaşamak zorunda kalmıştı. Kadının düzen ve simetri hastalığı yüzünden evin içerisi de, dışarısı da akıl almaz kurallar ve düzenlemelerle doluydu. Selçuk Bey yıllardır süregelen bu sağlıksız durumu yine de hassas huylar olarak kabul ediyor, ses çıkarmıyor, kısıtlamalara ve sıkıcı kurallara kendisinin de nedenini tam bilemediği çok büyük bir sabırla katlanıyordu.

Bu akşam yemek yerlerken peçeteye ağzını silme biçiminden, ellerini yıkadıktan sonra kuruladığı havluyu düzeltmemesinden, çıkardığı elbiseyi asmamasından karısı çok anlamlar çıkarmıştı. Evet, kesinlikle yolunda gitmeyen şeyler vardı.

"Öyle tabii, keyif aldığım söylenemez," dedi Selçuk Bey.

"Neden konuşmuyorsun benimle," diye çıkıştı kadın.

"Deminden beri ne yaptığımızı sanıyorsun."

"Elbiseni asmamışsın."

"Biliyorum biliyorum…" dedi kayıtsızca.

"O halde sorun ne?"

"Sorun mu? Ne demeye çalışıyorsun anlamadım?"

"Başka bir kadın mı?"

"Saçmalama," dedi ve bir süre bekledi. "Zannettiğin gibi değil," diye kafasını iki yana sallarken, "yalnızca içimden geldiği gibi davranıyorum," dedi.

"Yaşantımıza artık alıştığını sanıyordum."

"Ben de öyle sanıyordum, kurallarının dışına çıktığım için özür dilerim," dedi sakince.

"Ne yani değişebileceğini, değiştiğini mi imâ ediyorsun?" diye telaşla sordu.

"Hayır, ima etmiyorum. Bundan sonra kendi isteklerimi de önemseyeceğimi de söylüyorum"

"Nasıl yani?" diye sesini yükselterek, şaşkınlıkla sorduğunda Selçuk Bey sırtını dönmüştü bile. 

Ertesi hafta holdingin toplantı odasında Selçuk Bey orada bulunanların da dikkatini çekecek kadar neşeli görünüyordu ve büyük bir keyif içerisinde konuşmasına başladı: "Hepinizi merak içinde bıraktığımı biliyorum ama yılsonu gibi önemli bir toplantı da açıklamayı uygun görmedim. Şimdi açıklıyorum: Beyler, ben işi bırakıyorum, oğlum devam edecek."

Oturanlar, "Nereden çıktı bu," diyerek afalladılar. "Selçuk Bey," dedi birisi, "Her şey şirketlerimiz açısından mükemmel gidiyor, yıllardır birlikte uyum içinde çalışıyoruz, üstelik de işi bırakmak için daha genç sayılırsınız… Bu kararı almanıza sebep ne olabilir?"

"Size bir açıklama borçluyum ama şu kadarını söyleyeceğim: Ömrüm boyunca yapmak istediğim bir şeyle artık uğraşacağım artık."

"Nasıl yani, ne ile yeni bir şirket, farklı bir iş mi?" diye karşılık verdi.

"Keyif aldığım, alacağım bir şey. Evet, yeni bir iş."

Masadakiler pürdikkat Selçuk Beyin ağzından çıkacak ilave kelimeleri beklediler ama açıklamayı yeterli sayarak onlardan esirgedi. "Bu kadar, hepinize teşekkür ederim," dedi ve o salondan, o binadan bir daha geri dönmemek üzere ayrıldı. 

Akşam geniş malikâne bahçesinin giriş kapısında arabadan inerek yürümeye başladı. Karısı ikinci kattaki balkondan kocasının çimlere umursamadan basarak bahçeyi baştan sona kat ederek geldiğini hayretle ve öfkeyle gördü.

Avaz avaz bağırıyor, eliyle de işaret ediyordu kadın: "Çimlere basma, yoldan yürü!"

Selçuk Bey hiç oralı olmadan yürürken kadın bağırmaya devam ediyor, "duymuyorum," diye de karısını kızdıracak, umursamaz hareketlerde bulunuyordu.

Kadın telaşla koşa koşa büyük malikânenin beyaz merdivenlerinden aşağıya çarçabuk inmişti bile. Yerinde zıplayarak kocasının ağır adımlarla yaklaşmasını bekledi. Öfkeyle adamı tersleyerek: "Ne yaptığını sanıyorsun, beni çok geriyorsun!"

Ciddi bir ifadeyle, "Yürüyorum," cevabını verdi.

"Sen beni çıldırtmak mı istiyorsun? Bahçedeki serçeler bile o çimlere basılmayacağını öğrendi!"

Selçuk Bey daha fazla cevap verme gereğini duymadı. Çalışma odasına kapanıp iki saat sonra yemeğe indi. Döke saça yemeğini yedikten sonra ağzını bir güzel dantelli peçeteye sildi ve "Bugün yönetim kurulu başkanlığından istifa ettim. Yeni başkan oğlum olacaktır," dedi sakin ve kararlı bir tavırla.

"Nee!.." diye bir ses çıkardı kadın.

Selçuk Bey o akşamı ve gecesini karısının birçok müdahale ve mücadele isteğine rağmen hiçbir şeye aldırış etmeden geçirdi.

Birkaç günün ertesinde Selçuk Bey yeni düzenini oturtmaya ve durumu anlamaya, alışmaya çalışarak geçirdi. Sabah erkenden evden çıkıyor, akşam geç saatlerde yorgun argın ama mutlu ve huzurlu olarak eve dönüyordu. Zamanının büyük bir kısmı şehrin sokaklarında dolaşarak geçiriyor, hoşlandığı, yıllardır özlem duyduğu işi yapıyordu. Sonraki birkaç hafta da hemen hemen benzer şekilde geçmişti.

Eski Selçuk Bey gitmiş yerine başkası gelmişti. Karısı gergin geçen haftaların ardından dayanamayıp yine sordu: "Sen ne yapıyorsun, nerelere gidiyorsun? Elbiselerin leş gibi kokuyor, hiç kullanmadığın kadar türlü parfümler sürünüp duruyorsun. Ne halt ediyorsun, neler gizliyorsun?"

 Sakince, "Tatlım ben memnunum," dedi karısını kahreden bir sakinlikle.

"Sen normal değilsin?" diye bağırıp kısa bir düşünce arası verdi; ne söylemesi, nasıl davranması gerektiğini düşündü ve sonra, "Peki senden ayrılıyorum, sokaklarda sürten pis pasaklı bir adamla bir dakika daha kalamam! Ha, bu malikâneyi istiyorum, ayrıca yüklü bir tazminatta tabii ki!"

Sakince, "tabii..." dedi yalnızca. 

O günden sonra Selçuk Bey malikânesini terk ederek eski, kocaman bir hangarda yaşamaya başladı. Hangarın bir köşesine geniş odalar, odacıklar, dolaplar, raflar yaptırdı. Onun hayatta tek bir amacı vardı artık, çöpleri karıştırmak ve çöpten topladığı eşyaları istiflemek. 

Her sabah sokaklara derin bir coşku ve dayanılmaz istek ve hevesle çıktı. İnsanın yaptığı, uğraştığı işten, hayattan keyif almasının mümkün olduğunu görmek onu sonsuz enerji ve yaşama isteği veriyordu artık.

Odalarını çöplerden bulduğu ve beğendiği eşyalarla donattı. Şehrin neresinde ne tür çeşitte ve zenginlikte çöp olduğunu kısa zamanda öğrenmişti bile. Öğleden önce kendisi sokakları dolaşıyor, öğleden sonra da sonraları ise bir kamyon kuru çöp satın alıyor bu sefer de onları kendi hangarında karıştırmaya başlıyordu.

Servetini bile bu uğurda kullandı ve hiç sakınmadı. Yeni özel şoförlü kamyonlar, hangarlar aldı. Hatta bununla da kalmadı özel bir jet uçağı ile dev bir kargo uçağı satın aldı; başka şehirlerin hatta dünyanın herhangi yerindeki çöpleri hangarlarına bu sayede kolayca taşıyabilecekti.

        Selçuk Bey artık içinden geldiği gibi davrandı ve yaşadı, yaptığı işten de çok keyif almaktaydı ve mutluydu. İlk defa bireysel çalışmanın ve emeği karşısında bir şeyler elde etmenin keyfini yaşıyordu. Ülkenin önemli iş adamlarından biri olmasına, onca servetine, sınırsız olanaklarına ve elit şirketlerine rağmen hep bu kişisel başarı, özgürlük ve özgünlük duygusunu yaşamayı arzulamıştı ta çocukluğundan beri. İşte şimdi hayatının bir anlamı olduğunu düşünüyor ve hayata farklı bir gözle bakıyordu. Dünyanın en büyük çöp evi kendisinindi ve her an her köşesini gururla seyrediyordu çünkü o çöpten eşyaları kendisi toplamıştı. Ömrünü, düzen hastası bir kadınla geçirdiği için de kendisine kızmadan edemiyordu.

         MASUMİYET (ÖYKÜ)

Hoş bir bahar sabahında kızın odası bahar ışıltılarıyla ve buğulu çiçek kokularıyla doluydu.

Kırpıştırdığı gözlerini ılık bakışlarla açtı. Güzel gözleri, çiçeklerin rengiyle sürmelenmişti sanki. İpeksi saçlarını parmaklarına dolayıp uzun kirpiklerinin üzerine bıraktı. Havayı, odayı kokladı derin derin. Nazik beyaz teninden yorganına sinen, dalga dalga yayılan tazeliğinin kokusunu duydu. Ah, ne hoştu... Vücudunun her kıvrımı, diri, taptaze çiçek kanatlarının andırıyordu. Ellerini vücudunda gezdirerek göğüslerinin dolgunluğunu hissetti.

"Ben çok güzel bir kızım," dedi hafifçe gülümserken. "Bir tanrıçayım. Evet öyleyim. Kulağımın kıvrımları bile erkekleri etkilemeye yeter. Harikayım !.."

Biraz yana dönerek, kolunu yataktan aşağıya sarkıttı. Güzel gözleri baharın parlak güneşine güldü. Sarkıttığı eliyle halının üzerinde parmaklarını gezdiriyordu. Önce halıya bir "T" harfi çizdi, sonra da "A". Sevgililerinin isimlerinin baş harflerini yazıyordu sırasıyla. "M" harfini çizerken, ani bir çığlık ve acıyla irkildi. Hemen doğruldu ve acının nedenini anlamaya çalışırken küçük bir cam parçasının parmak ucuna saplanmış olduğunu gördü. Bir damla kan, gelincik renginde tomurcuklandığında benzi solmuştu ve nefesi titriyordu. Ağlamak istiyor, hiç işitmediği tuhaf sesler çıkarıyordu. Bir ara bayılacağını zannetti ama bayılmadı. Kendini çok kötü hissediyordu.

Bir kaç saat sonra:

Kız, isminin baş harfi "M" olan sevgilisine nazlı gözlerle yaralı parmağını öptürdü. Oğlan kızın derdine deva olabilmek için teselli sözlerini olabildiğince sarf etti. Onun acısının kendi acısı olduğunu söyledi, onun sevincinin kendi sevinci olduğunu söyledi. Kız yine de oğlanın kendisine gösterdiği ilgiyi yetersiz buldu.

Gece:

Kız yatmak için odasına geldiğinde, yatağını bugün de toplamadığını hatırladı. Yalnızca yatağı değil odası da darmadağınıktı. Halıyı temizlemesine rağmen yerde hâlâ cam parçaları parıldıyordu. Annesine düşürdüğünü söylediği vazoyu, bir telefon konuşması sonrası kıskançlık ve öfke krizinde yere fırlatmış, kırılan vazonun parçalarını itinasız bir şekilde temizlemeye çalışmış, geride kalan parçalardan biri parmağına saplanmıştı işte.

"Kıskanç ve asiyim," diyerek yatağına uzandı. "Ama çok güzelim." Havayı ve yastığını kokladı. İsminin baş harfi "A" olan sevgilisini düşündü. Sarılı parmağındaki sızıyla uykuya daldı.

        Sevgililerinin kendisi için düelloya tutuştukları bir rüyaya daldı. Zarif ve masum güzelliği ile uyurken ruhu da çekilmez haşarılıklarını sergilemek için sabah olmasını bekliyordu.

BLOG İÇERİĞİ / LIST OF CONTENTS

YAZILAR / ARTICLES -YAPAY ZEKA, SANAT VE SANAL İNSAN (Makale) -UZAKTAN (Deneme) -SORULAR (Makale)   - KULLAR TOPLULUĞUNDA LİDER FAKTÖRÜ...