18 Ocak 2023 Çarşamba

         GÜL’ÜN ŞİİRSEL ACISI (ÖYKÜ)

Uzun süredir ilk kelimesine bile karar verip başlayamadığı şiirinin ilk üç mısrası yoğun zihin çabalarından sonra dudaklarında bir kıpırtı olarak belirdi. Gece yarısı saat 03.03. İlhama inanıp inanmadığını bilmiyordu. Sürekli zihin meşguliyeti ve uygun zamanlama ile arka planın aniden aydınlanması pek ilham olmasa gerekti. Mısraları içinden iki kez tekrarladı ve biçimini, ritmini yansıtmak, yoğunlaştırmak istediği düşsel dokuyu sorguladı. Son mısradaki bir kelimeyi yeniden kurgulayıp, 'fena olmadı' diye düşündü uykulu gözlerindeki titrek gerginliği rahatlatan duygularla. Ama biliyordu ki şiir henüz başlangıçta ve eksik.

Aniden bir şimşek çaktı. Koktuğu şey başına gelmişti. Yalnızca kendi yatağını ışıtacak şekilde belki de dışarıda. Sıcak, nemli ve çekilmez gece daha bir fokurdadı sanki. Endişe ve telaş başına bir ok gibi saplandı ve aniden güçsüzleşti. "Allahım ya mısraları unutursam." Yatağa çakılmış gibi hissediyordu. "Ne kalem, ne de kâğıt var ve ben az sonra mısraları unutacağım!"

Unutkanlığıyla başı dertteydi. Şiirini kurmaya çabalarken hele de. Gece yatağa girince aklına gelen bir kelime ya da düzene konularak mısralaşacak bir fikri, yastığın altına koyduğu bir parça kâğıda lambayı bile açmaya gerek duymadan hemencecik karalayıverirdi. Bilirdi ki ne kadar 'unutmam' dese de sabah kalktığında kelimeler çoktan uçup gitmiş olacak ve hatırlama çabaları boşa çıkacak, zihnini baştan sona defalarca gözden geçirse de bu pek mümkün olmayacak. Yalnız gece mi? Sokakta, metroda, tuvalette, okulda ya da herhangi bir yerde aklına geleni yazıya dökmemişse sonuç daha önce yaşadıklarından farklı olamayacak.

Bu özelliği sayesinde yaratıcı sözcüklerle dansı tam bir karmaşaya ve oyuna dönüşüyordu. Kağıda nasıl dökmeli, nasıl unutmamalıydı?

Yazlıktaydı; enişte, ablası, ufak yeğeni ve ablasının iki görümcesiyle birlikte...

Yatağında oflayıp pufladı bir süre. Daha bu sabah yeğeninin ihtiyaç duyduğu bir kalemi hep birlikte dakikalarca aramalarına rağmen evin hiçbir köşesinde bulamadıklarını hatırladı. Ufaklık daha sonra kendilerini başka oyunlara vererek kalemi unutmuş ama kendisi belirgin bir eksiklik ve hoşnutsuzluk duygularıyla arayışına son vermek zorunda kalmıştı. Kalemi bulma işini önemsemişti ve okey masasında tek taşı beklerken nerede olabileceğini düşünmüştü hep: "İlk fırsatta sabah bir kalem bulmalı/almalı."

Ve şimdi mısraların varlığı ile kalemin yoksunluğu arasındaki sarsıntının tam ortasındaydı. Biliyordu ki yazmaz ise sabah kalktığında ne bu ruh hali, ne de mısralar kalacak, 'unutmam' dedikleri hafızasının kurbanı olacak, tabii kahrolacak, kendini suçlayacak, mutsuz, kırgın bir sabah, berbat bir süreç yaşayacaktı.

Bir ara doğruldu, daha doğrusu doğrulmaya çalıştı ve kendini tekrar yatağa bıraktı. Ne yapabilirdi şimdi? Evinde deste deste değişik renklerde, Rotringler, Faberler duruyordu. Keşke birisi olsaydı şimdi. Hatta Çin malı, üzerinde 'HB' yazmasına rağmen ucu çok sert ve tüylerini diken diken eden herhangi bir kaleme bile razıydı elbette ama yoktu...

Mısraları tekrarlayarak bir süre yatakta hareketsizce kaldı. Fikirlerini yazıya geçirme serüvenine ilişkin tasarımlar çağrışmaya başladı zihninde: Tuvaletin duvarına bir bıçak veya çiviyle kazıyarak yazmak, bıçakla parmağını deşip kanıyla yazmak, limon suyuyla yazmak, pirinç ve makarna tanelerini dizmek... Düşünceleri mantık süzgecinden geçerek belirginleştirmeyle değil de aklına gelen bir çözümden sonra hayali yakıştırmalar olarak kaldı; çünkü asıl düşündüğü ve hedeflediği şey büyük görümcenin çantasındaki göz kalemiydi.

Eylem zamanı gelmişti. Usulca doğrulup bacaklarını ağır ağır aşağıya sarkıttı. İki görümce de mışıl mışıl uyumaktaydı. Büyük görümcenin yani Zeliha'nın çantası komodinin üzerinde duruyordu. Odaya yansıyan sokak lambasının gri turuncu arası mat aydınlığında ayaklarının ucuna basa basa çantaya doğru süzüldü. İçi ürperdi, uyanıp da çantayı karıştırırlarken görürler diye çünkü uyandıklarını ve derdini nasıl anlatacağını düşündü bir an. Nasıl karşılarlardı, ne derlerdi. Onlara karşı tuhaf davranışlar sergilemeyi hiç yeğlemiyordu, hele de Zeliha'ya karşı. Birbirleriyle pek anlaşamazlardı, sevmezlerdi de zaten. İmalı konuşmaların, göz kısmaların, dudak bükmelerin haddi hesabı yoktu. Birbirlerini hiç çekemezlerdi doğrusu. Zeliha, "Ben felsefe mezunuyum, ben de gençliğimde (aslında yirmi üç yaşında) şiir yazdım," derken genç dönemlerdeki gelip geçici şiir yazma hevesini kendisinin de yaşadığını, hem felsefe mezunu olup, hem de o devreleri atlatmış yetişkin bir insan olarak egosunu şişirirken, şiir meselesinin aslında Gül'ün kendisi gibi dönem hevesi taşımadığı içten içe seziyor ve buna kuduruyordu. Aralarındaki soğukluğu dışarıya yansıtmamayı ustaca becermelerine rağmen konu şiire gelince Zeliha'nın tersi döner, kıskançlığı gün gibi ortaya çıkardı. Böylesi anlarda eğitimine has duyulmadık terimler kullanırken hep dışa vuramadığı ve içinden geçen şey etrafında dolanır dururdu. Bundan dolayı çantayı karıştırmak ve uyanırsa derdini anlatmak hiç hoşlanmayacağı bir kriz yaratacağı kesindi. Keşke küçük görümcenin çantasında olsaydı. Üstelik Nilüfer'in çantası girişte asılıydı. Bunu düşününce Zeliha'ya bir kez daha köpürdü. Çünkü Zeliha ne kadar çirkinse, Nilüfer'de bir o kadar güzeldi ve güzelliğinin de farkındaydı, makyaj yapmaz, gerek duymazdı. Çantasında bir tek tırnak cilası ve tokalarını taşıdığını biliyordu. Gözlerine göz kalemini pek nadir sürmüştü o da Zeliha'nın çantasından çıkma malzemelerle.

Çantanın fermuarını diş diş usulca açtı ve elini çantaya soktu. Parmakları çok sayıda kalemin varlığını hissetti.

Tam birini çıkarıyordu ki, uykulu bir ses: "Gül ne oldu, hasta mısın?" diye sordu.

Bir kalp çarpıntısıyla aniden döndü. Çantayı komodinin üzerine bıraktı ve uyuyan Zeliha'ya baktı. "Nilüfer sen misin?" Yaklaşarak fısıltıyla, "Şiir yazacağım, kalem yok. Zeliha'nın göz kalemini alacağım."

"Ha, tamam"," dedi Nilüfer kısık bir sesle ve başını yastığa gömdü. Anlayışlı bir kızdı.

Neye uğradığını şaşırmıştı ama çarpıntısı geçmeden yine çantaya yöneldi. Elini daldırdı, içindekiler hafifçe şıkırdadı. "Gül" dedi yine kısık bir ses, "Ne oluyor!" Elini hemen çantadan çekti.

Yakalanmıştı. Elindeki göz kalemiyle Nilüfer'e söylediklerini Zeliha'ya da tekrarladı: "Böyle bir yola başvurduğum için çok üzgünüm..."

Gül sözlerini tamamlamadan Zeliha yataktan hışımla fırlayıp lambayı açtı."Bu... Bu ne demek, ne hakla benim çantamı karıştırsın!"

Gül karşılığını çok iyi verirdi vermesine de, hem gecenin bu saati, hem de suçüstü görüntüleri onu dizginliyordu. "İnanmayacaksın ama kalem arıyordum, çok samimiyim."

Aradığı kelimeyi bulamayan Zeliha köpürmüştü, "Ne demek ya..." 

Nilüfer'de doğrulmuş gözlerini ovuşturuyordu. "Ne oluyor?" dedi.

"Çantamı karıştırıyor,"

"Hanginize ne desem bilmem ki," diye söylendi Nilüfer.

Zeliha, Gül'ün elindeki göz kalemini öfkeyle kaparak çantasına attı ve "Uykum var ve daha önemli!" diyerek lambayı kapattı. Çantayı da yanına alarak yatağa gömüldü. "Şiirmiş, manyak ya!.." diye söylendi yastığa yapışmış yamuk ağzıyla.

Gül canı çok sıkkın, "of ya!.." diye karşılık verdi.

Nilüfer, "Allahım ne kızlar!" diyerek arkasını döndü.

Gül de yatağa uzandı, yastığını tersyüz etti. Kendi kendine gülmeden edemedi.

Aradan yarım saat geçmiş olmalıydı. Yine kalktı ve kapıyı aralık bırakarak salona çıktı. Bir süre koltukta oturdu. O anda fark etti ki içerisi biraz öncesinden daha karanlık. Doğrulup pencereden dışarıya baktı. Sokak lambaları sönmüş her yer karanlıkta kalmıştı. İçinde bulunduğu gergin ve sıkıntılı ruh haline sokak lambasının yokluğu da eklenince biraz ferahlamak için balkona çıktı ve bu saatte gelip geçen olursa bir kalem isteyip isteyemeyeceğini düşündü. Onbeş-yirmi dakika oturdu balkonda. Ne gelen vardı ne giden. Uzakta ışıldak feneriyle oturan birilerinin soluk görüntüleri vardı.

Sokaktan geçen birisinden kalem isteme sahnesini hayal etti. 'Kalem' kelimesi gecenin bu vaktinde çok başka şeyleri çağrıştırır, yanlış anlaşılabilir ve sandalyeler adamın kafasına atılabilirdi. Nilüfer'in "Allahım ne kızlar!" lafı aklına geldi.

Gözlerini kapatıp mısraları tekrarladı. Hepsi yerli yerindeydi, hâlâ unutmamıştı. Yalnızlıktan, sessizlikten, şiirinden, çabasından ve önü açık manzaranın ufkunda ara sıra çakan şimşekten memnun oturmaya devam ediyordu. Mısraları tekrarlayarak sabahın olmasını bekleyebilir miydi? Son üç gecedir doğru dürüst uyuyamamıştı ve uyku da tüm ağırlığı ile gelmeye başlamıştı. Gerçi başarılmaz değildi ama beş-on dakikalık dalgınlık bile şiire ilişkin her şeyi silip süpürebilirdi. Kendinden emin değildi yani. Zeliha'nın kızgın, gri yüzü geldi aklına ve Nilüfer'in "Allahım ne kızlar!" deyişi. Bir şimşek daha çaktı. Bu sefer ki daha yakındı. Serin bir rüzgâr esti, yağmur mu geliyordu? Çakan şimşek gözyaşları ve duyguları için bir işaret oldu sanki. İçi doldu. Üç ılık, dolgun damla kadife teninden güneş yanığı elmacık kemiklerine süzüldü. Gözyaşlarının çenesine doğru ağır ağır inişinin hisleri ona huzur verdi. Gözyaşlarını silmedi; gözkapaklarında ve yanağında kurudu.

Gece yarısı tutkulu, ağlamaklı, bazen anlaşılmaz, duygulu halini düşündü. Sonra zihni yine kelimelere, mısralara kıpırdandı. Biraz öncekilerin devamı niteliğinde sözcükler dizildi.

Karmaşık ruh haliyle odaya geri döndü. Yatağın yaylarını çıtırdatmadan yatağa uzandı. Gözlerini sıkı sıkı kapatıp yana döndü. İnce bir 'çıt' sesi 'ah' ile karışık, duyuldu. "Herhalde bu ağrı beni uyutmaz ben de şiirimi unutmam," diye dertlenerek söylendi. Evet, parmağını kırmıştı.

Başkaları ne düşünürse düşünsün mücadelesi kendince çok önemliydi. Gerçi bu durumu kimse bilmeyecekti ama yine de tuhaf davranışlar sergileyen, nasıl davranacağı kestirilemez birisi olarak tanınacaktı. Bir kez daha anlamıştı ki şiir yazmaktan büyük bir haz almakta, şiire ilişkin yaptıklarına ve yapacaklarına ilgi duymaya her zaman devam etmekte.

Gün ışıyana dek yatakta zorlu saatler geçirdi. Parmağındaki acıyla neredeyse bitap düşmüştü. Göz kapakları gitgide ağırlaştı ve ister istemez uykuya daldı.

Sabah Zeliha yastığının altında ezilen çantasını düzeltmeye çalışıyorken Gül de uyandı. "Aman Allah'ım uyumuşum," dedi içi ezilerek.

Zeliha'nın kaşları çatık, sinirli görüntüsü aydınlıkta daha çekilmez görünüyordu. Bir sinirle kimseye 'günaydın' demeden lavaboya gitti. Nilüfer kıskandıran güzelliğiyle kısa şortundan uzayan bacaklarını aşağıya sarkıtıp tekrar yatağa bıraktı vücudunu. Gül, Zeliha'nın aslında kardeşinin güzelliğini kıskanmakta olduğunu, bunun dışavurumunda huysuz ve rüküş bir kız haline geldiğini düşündü.

Gül henüz yataktan çıkmamıştı. Yana dönerken "Ayy!.." diye bağırdı, "Parmağım!"

Nilüfer aniden doğruldu. "Gül ne oldu?"

"Parmağım kırıldı galiba, yatağın yayına sıkıştı." Parmağını tutuyordu. Acı ve panik vardı yüzünde.

"Ay, mosmor olmuş," Nilüfer'in benzi sararmıştı. "Ağbi," diye bağırdı. "Çabuk gel, Gül'ün parmağı kırıldı."

Enişte telaşla geldi. "Sahiden de kırık!" Kliniğe götürmeye hazırlanırlarken ablası nasıl olduğunu soruyordu. Yataktan kalkarken elinin yatağın kenarından kaydığını, sıkışan parmağını çekerken de üzerine düştüğünü anlattı. Olayın, yataktan kalkarken meydana geldiğini anlatırken Gül çok sakindi.

"Şu somyaları atalım dedim kaç kere," diye kocasına hayıflanıyordu ablası.

Klinikten Gül'ün eli sarılı olarak döndüler.

Zeliha, "Kalem yok mu? " diyerek kalktı, çantasından göz kalemini getirdi. "Adettendir," diyerek Gül'ün alçıyla sarılmış eline kocaman bir imza attı, sonra diğerleri de katıldı imza törenine.

Evdekilerin panik ve endişe havası sona erip her biri ayrı odaya dağıldığında Zeliha'nın sehpanın üzerine bıraktığı göz kalemini alarak şiirini küçük bir kağıt parçasına yazmaya başladı. Geceyi acılar içerisinde boşa geçirmemiş, mısraların hiçbirini unutmamıştı.

Garip alışkanlıkları ve gizli maceraları olan bir kızdı; başta şiir yazmak gibi…

         SAÇMALIK (ÖYKÜ)

Hava çok soğuk, aylardan şubat…

Caddenin karşısına geçecekmişim gibi durup, gelen geçen arabaları kollasam da geçmeyeceğimi biliyordum, öylesine bekledim on-on beş saniye. Caddenin sonuna kadar yürümek istiyorum; özgür, duvarsız ve zinde. Sonrasında ise biraz mutlu, telaşsız ve biraz da terlemiş olacağım.

Siz hiç sözlükte aradığınız bir kelimeyi sözlüğü açar açmaz anında karşınızda buldunuz mu? Hoş, hoş değil mi? Geçenlerde… Ne diyordum ben? Ha, sözlük…

Hafif atıştırıyor sulu kar. Gece de yağmur çok yağdı. Yine uyuyamadım, yağmur yağdığından değil, huzursuzdum. Keşke yaz yağmuru olsaydı, keşke.

Geniş bahçenin ıslak otları arasından yürüyerek buraya kadar geldim. Dizlerime kadar çamur içindeyim. Terliklerimin topuklarına öbeklenmiş çamuru parke taşlarının arasından fışkıran gümrah ot tutamlarına sildim. Sonra üzüldüm, otun başına gelenlere ama yok üzülmemeliyim, onlar arsız sayılırlar ve ayak altlarından hiç eksik olmazlar. Otlar her yerdeler, otlar…

Bir zamanlar okula giderken sokağın hep aynı tarafından yürürdüm. Çünkü diğer taraftaki kaldırımın taşları çok küçüktü ve çizgilerine basmadan yürümem neredeyse imkânsızdı. Tüm takıntılarım gibi o da manasızdı ve geldi geçti.

Otomobiller… Otomobiller… İşte büyük, siyah, kalın tekerlekli, gösterişli bir Alman arabası. Güçlü motorundan yayılan derin vınıltı eşliğinde bir timsah gibi süzülüyor. İçinde iki kişi var; bir erkek, bir kadın. Her insan gibi onların da dışarıya yansıtmadıkları sorunları var, var değil mi? Var… Adamın basuru azdıysa, kadının olmadık yerlerindeki iri sivilceler rahat vermiyorsa bize ne!

Yine kendi kendime mırıldanıyorum. Mimiklerimin denetimini bazen unutuyorum ama ne fark eder. Şaka, hep unutuyorum, artık elimde değil.

Kırmızı lüks bir araba daha. Parlak ceketli ve iriden bir adam kasıntıyla kurulmuş deri koltuğa. Arabanın tekerleklerine de at pisliği bulaşmış. Hoh, ho!

O da diğeri gibi bir-iki saniye sonra havaya uçtu. Yok oldular, yok ettim onları zihnimde. Boomm!!! Müthiş patlamalar ortalığı inletti, koyu kızıl, siyah bir alev topu gökyüzünden ufacık parçacıklar halinde caddeye elendi. Farklı açılardan çekilmiş sahneler halinde adeta kurgulanmış gibi gördüm olan biteni. Araba imparatorlukları paramparçaydı ve akıbetleri belliydi, kurtulamazlardı benim acımasız hevesimden.

Sessiz parçalanışlar yaşanıyordu. Hayal gücüm ile… Bunu biliyorum. Ha, onları niçin patlatıyordum? Benden korksunlar mı istiyordum, yoksa ben mi onlardan korkuyordum? Bastırdığım şiddet duygularını mı yansıtıyordum? Haa, yansıma evet! Fakat… Onlar... Onlar benden ayrı bir dünyanın efendileri olmuşlardı, birbirlerini özendirerek, kıskançlıkla ve zevk yorgunu olarak yaşıyorlardı. Özenti, insanları hayatta tutan bir süreç olmalıydı. Gerçi onlardan bana ne, bana ne! Benim dünyamdan zaten uzun zaman önce kovulmuşlar, lanetlenmişlerdi. Git, git!

Nasıl da terledim, rüzgâr da buz gibi içime işliyor. Neyse şu yürüyüşün keyfini çıkarmalıyım, her şeye rağmen güzel.

Kendimle çok mu uğraşıyorum? Kendimi ne kadar terbiye ettim oysa ki. Özverili bir insan mıyım? Özverili bir insan mıydım? En azından kimseye zararım yoktu, hım… yok. Hem şiddetim de içimde. Ben sessiz bir insanım. Öyle diyorlar.

Bazıları geleceğimin parlak, başarılarla dolu olacağını söylerdi. İçimden ‘nasıl’ diye sorardım. Ne yazık ki öyle bir izlenim uyandırırmışım ama istemeden de olsa yanıltmışım onları. Görünen ile gerçeğim arasındaki yol ayırımının henüz başındaydım ve dileklerinize katılma isteği duyabiliyordum henüz. Onlar geleceğimi olumlar ve bana iltifat ederlerken hayatın bildik düzenine paralel bir dünyayı var edeceğimi ta çocukluktan biliyordum sanki. Kendimde farklılığın, uyumsuzluğun, çarpık duygulanmaların da ayırtındaydım da… Kendilerinin arasında olamamanın suçluluğu ile de çok boğuştum. Saçmalık! Ha, ne diyorduk, ‘Başarı.’ Bunu bana yakıştıranları küfürlerle andım, andım. Hayır, küfür yok!

İnsan neden beyaz önlüklü birisini gördüğünde şöyle bir irkiliyor, hatta huzursuz oluyor. Sert mizaçlı kimya öğretmeleri mi, canı acıtan dişçiler, iğneci hemşireler, doktorlar mı? Yanımdan savuşup geçti işte birisi. Uzaklaştıktan sonra geriye dönüp baktım beni mi takip edecek diye. Ama önlüğün arkasında balata reklâmını görünce gülesim geldi, güldüm de. Tamirciymiş huh! İşçi… Sosyalizm! İş… İşyerleri…

Ofisler işkence evidir benim için. Sevimli görünmeye çalışan küçük şeytansılarla doludur. Kimileri çok sinsi davranır hayatta kalma, diğerini sıkıştırma konusunda,  kimileri uyumlarını daha da geliştirerek aldırışsızlık uzayında yaşayan kimselerdir.

İşyerlerinde zaman ağır akar ve yıpratmıştır daima bedenimle, ruhumu. Mesai bitişinde ben yaralıyımdır ama kanamalarımı kimse görmez.

Biraz önceki önlüklü çok ters bakmadı mı? Bu kıyafetle dikkat çektiğimi biliyorum tabii. Kendimi bilmez miyim ben? Gelen geçen hemen herkes kaçınarak bana bakıyor, kimisi de baktığını hissettirmemeye çalışsa da ben yine de fark ediyorum. İllaki bakıyorlar ama ben bakmalarından nefret ediyorum. Bakmayın bana! Ha, boşver!

Hava soğuk. Ha, boşver. Evet iş. İiii… Şeee… İşemeliyim… Neyse sonra.

Yedi yıl olmuş işten ayrılalı. Fısıldayarak söylüyorum: ‘kovulalı’. Söyledim ya o zamana değin bile zar zor geçti mesaide zaman. Ben kendimle söylenirken gencecik bir oğlan ile kız şaşkın ve kaygılı bakışlarıyla yanımdan savuştular. "Korkmayın," dedim arkalarından ama daha da hızlanıp savuştular.

Filmin renkleri yine aniden değişti. Gökyüzü ve her şey kahverengimsi tonlarla kaplandı; nükleer savaş ve kıyamet sonrası modern gladyatör filmlerindeki gibi. Felâketler ve acılar sanki dünyanın hafif mavi atmosferini yok etmiş, her nesne kabalaşmış ve çirkinleşmiş, etraf öfkeli mücadelelerden çıkmışçasına yılmış, yıkılmıştı. Garip mimarili harap binalar arasında, metal ve teneke aksamlı, geniş tekerlekli, kaba saba arabalar kullanan, sağa sola sataşan, sert meşin giysili, vahşi görünümlü insanlar türemişti. Onları da patlatmalıydım.

Üzerime koşarak gelenleri de şimdi fark ettim. Ama, ben tanıyordum onları. Diğer zamanlarda mavi önlüklü kıyafetleriyle özgürce dolaşan kara kaşlı, kara bıyıklı, karşı tarafın emre amade askerleriydiler. Genellikle silahlı dolaşmalarına rağmen ateş ettikleri pek nadirdi. Şimdi çekinmeden ateş ediyorlar ve bana doğru hızlıca yaklaşıyorlardı. Bang! Bang! Zıp! Zıp! Yine yakalayacaklar!

Niçin ateş ediyorlardı? İstemeden topraklarına mı girmiştim, isteyerek topraklarını mı terk etmiştim? 17.yüzyıl barut tabancalarına benzer ultra modern silahıyla, ateşin geldiği yere doğru kurşun ve lazer yağmuruna tuttum bildik düşmanlarımı. Ta ta ta ta...

"Neredesin, yine nasıl kaçtın?" diyerek üzerime atladı mavi önlüklü iki zalim asker. Yakalandım. Karşı koymadım. Yine de seviniyor ve gururlanıyordum çünkü bu kez caddede daha fazla yürümeyi başarmış ve pek çok düşman arabasını yok etmiştim. Bu arada itiş kakış arasında bir tekini daha havaya uçurmayı başardım. Araba geniş caddeye doğru süzüldü ve gözden kayboldu.

Hastanenin geniş kapısına doğru yürümeye devam ederken şu klasik soruyu sordum askerlere: "Issız bir adaya düştüğünüzde, yanınıza alacağınız şeyler nelerdir? Bu soruya her nedense hep erkeklerin cevap hakkı olduğu düşünülür değil mi?" Cevaplarını bekledim.

"Hadi yürü" iteklerken beni önemsemediler, duyarsız, duvar suratlılar.

"Kim neyin eksikliğini hissediyorsa tercihlerden en az ikisi o doğrultuda olurdu tabii ki değil mi?" diye kendi cevabımı verdim. Sonra içimden konuyu irdelemeyi sürdürdüm. Kadınlar ya da erkekler: Onları tercih etme gafletine düşenin ikinci isteğinin de doğum kontrol aracı olması gerekir ya da kısır olmalarını tercih edin. Seçim size kalmış, tabii adada bir koloni kurmaya karar vermediyseniz. Erkekler şimdi sözüm yine size. Kadınları ya bin bir güçlükle fırtınalı denizden kıyıya ulaştırıldıkları, ya uçurumdan tam düşecekken kurtarıldıkları… Güçlü kahramanlık sahneleri ile ya da acımasız düşmanların haksız yenilgisine uğramış mağrur, yürekli bir savaşçının ihtiyacı olan güzel, kadife tenli uzun bir diz üzerinde başınızı okşayan, şefkatli ve şehvetli bir dünya güzeli olarak karşınızda düşlersiniz. Sonrasında size köle olduğu, sonsuz kere, bıkmadan seviştiğiniz anların gururu ile hayalini mi kurarsınız? Farkında değilsiniz ama siz tam bir çöküntü içindesiniz. İlkel savunma mekanizmalarınız ise çoktan devrede... Çoktan… İlkel insanlar!

Kafamı sallayarak, söylenerek, düşündüklerimi kendi kendime onaylayarak zorla iki askerle yürümeye devam ettik.

Kadın sevişmeyi istemezse ve de onu uçurumdan atmaya kalkarsanız. Heh heh!  Şayet ada da yaşamak gibi bir şans veya tercih sunulursa tatil amaçlı olsun deyin ve işin içinden çıkın. 'Ben adada yaşayacağım' diye ısrar ederseniz yanınıza alabileceğiniz üç şey istemeyin. Elinizdekilerle ve kendi gücünüzle yetinin. Böylesi daha dürüst ve cesur olanı değil mi? Hele birde mercan adası olduğunu düşünün; istemediğiniz kadar yiyecek, istemediğiniz kadar güzellik. Kendinizi ve adanızı keşfetmenin doyumunu ve gururunu yaşarsınız. Böylesini deneyin, böylesini.

        Bugün pazartesiydi değil mi? O günlerde ben daha yorgun hissediyorum kendimi. Aylak bir adam değilim artık, buradaki listede adım var. Bazen suçluluk duyuyor olsam da ‘hayatın, var oluşun kendisini sorgulamalı,’ diye düşünüyorum. Hem ‘bu konunun üzerinde hala durulmalı mıdır, durulmamalı mıdır’ diye kendi soruma yoğunlaşarak koğuşuma doğru, üzerimdeki çamurdan berbat olmuş pijamalarım ile yürümeye devam ediyorum… Hayal gücüme barut enjekte eden hemşireler. Birkaçını seviyorum bile.

BLOG İÇERİĞİ / LIST OF CONTENTS

YAZILAR / ARTICLES -YAPAY ZEKA, SANAT VE SANAL İNSAN (Makale) -UZAKTAN (Deneme) -SORULAR (Makale)   - KULLAR TOPLULUĞUNDA LİDER FAKTÖRÜ...