GÜL’ÜN ŞİİRSEL ACISI (ÖYKÜ)
Uzun süredir ilk
kelimesine bile karar verip başlayamadığı şiirinin ilk üç mısrası yoğun zihin
çabalarından sonra dudaklarında bir kıpırtı olarak belirdi. Gece yarısı saat
03.03. İlhama inanıp inanmadığını bilmiyordu. Sürekli zihin meşguliyeti ve
uygun zamanlama ile arka planın aniden aydınlanması pek ilham olmasa gerekti.
Mısraları içinden iki kez tekrarladı ve biçimini, ritmini yansıtmak,
yoğunlaştırmak istediği düşsel dokuyu sorguladı. Son mısradaki bir kelimeyi
yeniden kurgulayıp, 'fena olmadı' diye düşündü uykulu gözlerindeki titrek
gerginliği rahatlatan duygularla. Ama biliyordu ki şiir henüz başlangıçta ve
eksik.
Aniden bir şimşek
çaktı. Koktuğu şey başına gelmişti. Yalnızca kendi yatağını ışıtacak şekilde belki
de dışarıda. Sıcak, nemli ve çekilmez gece daha bir fokurdadı sanki. Endişe ve
telaş başına bir ok gibi saplandı ve aniden güçsüzleşti. "Allahım ya
mısraları unutursam." Yatağa çakılmış gibi hissediyordu. "Ne kalem,
ne de kâğıt var ve ben az sonra mısraları unutacağım!"
Unutkanlığıyla başı
dertteydi. Şiirini kurmaya çabalarken hele de. Gece yatağa girince aklına gelen
bir kelime ya da düzene konularak mısralaşacak bir fikri, yastığın altına
koyduğu bir parça kâğıda lambayı bile açmaya gerek duymadan hemencecik
karalayıverirdi. Bilirdi ki ne kadar 'unutmam' dese de sabah kalktığında
kelimeler çoktan uçup gitmiş olacak ve hatırlama çabaları boşa çıkacak, zihnini
baştan sona defalarca gözden geçirse de bu pek mümkün olmayacak. Yalnız gece
mi? Sokakta, metroda, tuvalette, okulda ya da herhangi bir yerde aklına geleni
yazıya dökmemişse sonuç daha önce yaşadıklarından farklı olamayacak.
Bu özelliği sayesinde
yaratıcı sözcüklerle dansı tam bir karmaşaya ve oyuna dönüşüyordu. Kağıda nasıl
dökmeli, nasıl unutmamalıydı?
Yazlıktaydı; enişte,
ablası, ufak yeğeni ve ablasının iki görümcesiyle birlikte...
Yatağında oflayıp
pufladı bir süre. Daha bu sabah yeğeninin ihtiyaç duyduğu bir kalemi hep
birlikte dakikalarca aramalarına rağmen evin hiçbir köşesinde bulamadıklarını
hatırladı. Ufaklık daha sonra kendilerini başka oyunlara vererek kalemi unutmuş
ama kendisi belirgin bir eksiklik ve hoşnutsuzluk duygularıyla arayışına son
vermek zorunda kalmıştı. Kalemi bulma işini önemsemişti ve okey masasında tek
taşı beklerken nerede olabileceğini düşünmüştü hep: "İlk fırsatta sabah
bir kalem bulmalı/almalı."
Ve şimdi mısraların
varlığı ile kalemin yoksunluğu arasındaki sarsıntının tam ortasındaydı.
Biliyordu ki yazmaz ise sabah kalktığında ne bu ruh hali, ne de mısralar
kalacak, 'unutmam' dedikleri hafızasının kurbanı olacak, tabii kahrolacak,
kendini suçlayacak, mutsuz, kırgın bir sabah, berbat bir süreç yaşayacaktı.
Bir ara doğruldu,
daha doğrusu doğrulmaya çalıştı ve kendini tekrar yatağa bıraktı. Ne yapabilirdi
şimdi? Evinde deste deste değişik renklerde, Rotringler, Faberler duruyordu.
Keşke birisi olsaydı şimdi. Hatta Çin malı, üzerinde 'HB' yazmasına rağmen ucu
çok sert ve tüylerini diken diken eden herhangi bir kaleme bile razıydı elbette
ama yoktu...
Mısraları
tekrarlayarak bir süre yatakta hareketsizce kaldı. Fikirlerini yazıya geçirme
serüvenine ilişkin tasarımlar çağrışmaya başladı zihninde: Tuvaletin duvarına
bir bıçak veya çiviyle kazıyarak yazmak, bıçakla parmağını deşip kanıyla
yazmak, limon suyuyla yazmak, pirinç ve makarna tanelerini dizmek...
Düşünceleri mantık süzgecinden geçerek belirginleştirmeyle değil de aklına
gelen bir çözümden sonra hayali yakıştırmalar olarak kaldı; çünkü asıl
düşündüğü ve hedeflediği şey büyük görümcenin çantasındaki göz kalemiydi.
Eylem zamanı
gelmişti. Usulca doğrulup bacaklarını ağır ağır aşağıya sarkıttı. İki görümce
de mışıl mışıl uyumaktaydı. Büyük görümcenin yani Zeliha'nın çantası komodinin
üzerinde duruyordu. Odaya yansıyan sokak lambasının gri turuncu arası mat
aydınlığında ayaklarının ucuna basa basa çantaya doğru süzüldü. İçi ürperdi,
uyanıp da çantayı karıştırırlarken görürler diye çünkü uyandıklarını ve derdini
nasıl anlatacağını düşündü bir an. Nasıl karşılarlardı, ne derlerdi. Onlara
karşı tuhaf davranışlar sergilemeyi hiç yeğlemiyordu, hele de Zeliha'ya karşı.
Birbirleriyle pek anlaşamazlardı, sevmezlerdi de zaten. İmalı konuşmaların, göz
kısmaların, dudak bükmelerin haddi hesabı yoktu. Birbirlerini hiç çekemezlerdi
doğrusu. Zeliha, "Ben felsefe mezunuyum, ben de gençliğimde (aslında yirmi
üç yaşında) şiir yazdım," derken genç dönemlerdeki gelip geçici şiir yazma
hevesini kendisinin de yaşadığını, hem felsefe mezunu olup, hem de o devreleri
atlatmış yetişkin bir insan olarak egosunu şişirirken, şiir meselesinin aslında
Gül'ün kendisi gibi dönem hevesi taşımadığı içten içe seziyor ve buna
kuduruyordu. Aralarındaki soğukluğu dışarıya yansıtmamayı ustaca becermelerine
rağmen konu şiire gelince Zeliha'nın tersi döner, kıskançlığı gün gibi ortaya
çıkardı. Böylesi anlarda eğitimine has duyulmadık terimler kullanırken hep dışa
vuramadığı ve içinden geçen şey etrafında dolanır dururdu. Bundan dolayı
çantayı karıştırmak ve uyanırsa derdini anlatmak hiç hoşlanmayacağı bir kriz
yaratacağı kesindi. Keşke küçük görümcenin çantasında olsaydı. Üstelik
Nilüfer'in çantası girişte asılıydı. Bunu düşününce Zeliha'ya bir kez daha
köpürdü. Çünkü Zeliha ne kadar çirkinse, Nilüfer'de bir o kadar güzeldi ve
güzelliğinin de farkındaydı, makyaj yapmaz, gerek duymazdı. Çantasında bir tek
tırnak cilası ve tokalarını taşıdığını biliyordu. Gözlerine göz kalemini pek
nadir sürmüştü o da Zeliha'nın çantasından çıkma malzemelerle.
Çantanın fermuarını diş diş usulca açtı ve
elini çantaya soktu. Parmakları çok sayıda kalemin varlığını hissetti.
Tam birini çıkarıyordu ki, uykulu bir ses: "Gül
ne oldu, hasta mısın?" diye sordu.
Bir kalp çarpıntısıyla aniden döndü. Çantayı
komodinin üzerine bıraktı ve uyuyan Zeliha'ya baktı. "Nilüfer sen misin?"
Yaklaşarak fısıltıyla, "Şiir yazacağım, kalem yok. Zeliha'nın göz kalemini
alacağım."
"Ha, tamam"," dedi Nilüfer
kısık bir sesle ve başını yastığa gömdü. Anlayışlı bir kızdı.
Neye uğradığını şaşırmıştı ama çarpıntısı
geçmeden yine çantaya yöneldi. Elini daldırdı, içindekiler hafifçe şıkırdadı. "Gül"
dedi yine kısık bir ses, "Ne oluyor!" Elini hemen çantadan çekti.
Yakalanmıştı. Elindeki göz kalemiyle
Nilüfer'e söylediklerini Zeliha'ya da tekrarladı: "Böyle bir yola
başvurduğum için çok üzgünüm..."
Gül sözlerini tamamlamadan Zeliha yataktan
hışımla fırlayıp lambayı açtı."Bu... Bu ne demek, ne hakla benim çantamı
karıştırsın!"
Gül karşılığını çok iyi verirdi vermesine de,
hem gecenin bu saati, hem de suçüstü görüntüleri onu dizginliyordu. "İnanmayacaksın
ama kalem arıyordum, çok samimiyim."
Aradığı kelimeyi bulamayan Zeliha köpürmüştü,
"Ne demek ya..."
Nilüfer'de doğrulmuş gözlerini ovuşturuyordu.
"Ne oluyor?" dedi.
"Çantamı karıştırıyor,"
"Hanginize ne desem bilmem ki,"
diye söylendi Nilüfer.
Zeliha, Gül'ün elindeki göz kalemini öfkeyle
kaparak çantasına attı ve "Uykum var ve daha önemli!" diyerek lambayı
kapattı. Çantayı da yanına alarak yatağa gömüldü. "Şiirmiş, manyak ya!.."
diye söylendi yastığa yapışmış yamuk ağzıyla.
Gül canı çok sıkkın, "of ya!.."
diye karşılık verdi.
Nilüfer, "Allahım ne kızlar!"
diyerek arkasını döndü.
Gül de yatağa uzandı, yastığını tersyüz etti.
Kendi kendine gülmeden edemedi.
Aradan yarım saat geçmiş olmalıydı. Yine
kalktı ve kapıyı aralık bırakarak salona çıktı. Bir süre koltukta oturdu. O
anda fark etti ki içerisi biraz öncesinden daha karanlık. Doğrulup pencereden
dışarıya baktı. Sokak lambaları sönmüş her yer karanlıkta kalmıştı. İçinde
bulunduğu gergin ve sıkıntılı ruh haline sokak lambasının yokluğu da eklenince
biraz ferahlamak için balkona çıktı ve bu saatte gelip geçen olursa bir kalem
isteyip isteyemeyeceğini düşündü. Onbeş-yirmi dakika oturdu balkonda. Ne gelen
vardı ne giden. Uzakta ışıldak feneriyle oturan birilerinin soluk görüntüleri
vardı.
Sokaktan geçen
birisinden kalem isteme sahnesini hayal etti. 'Kalem' kelimesi gecenin bu
vaktinde çok başka şeyleri çağrıştırır, yanlış anlaşılabilir ve sandalyeler
adamın kafasına atılabilirdi. Nilüfer'in "Allahım ne kızlar!" lafı
aklına geldi.
Gözlerini kapatıp
mısraları tekrarladı. Hepsi yerli yerindeydi, hâlâ unutmamıştı. Yalnızlıktan,
sessizlikten, şiirinden, çabasından ve önü açık manzaranın ufkunda ara sıra
çakan şimşekten memnun oturmaya devam ediyordu. Mısraları tekrarlayarak sabahın
olmasını bekleyebilir miydi? Son üç gecedir doğru dürüst uyuyamamıştı ve uyku
da tüm ağırlığı ile gelmeye başlamıştı. Gerçi başarılmaz değildi ama beş-on
dakikalık dalgınlık bile şiire ilişkin her şeyi silip süpürebilirdi. Kendinden
emin değildi yani. Zeliha'nın kızgın, gri yüzü geldi aklına ve Nilüfer'in "Allahım
ne kızlar!" deyişi. Bir şimşek daha çaktı. Bu sefer ki daha yakındı. Serin
bir rüzgâr esti, yağmur mu geliyordu? Çakan şimşek gözyaşları ve duyguları için
bir işaret oldu sanki. İçi doldu. Üç ılık, dolgun damla kadife teninden güneş
yanığı elmacık kemiklerine süzüldü. Gözyaşlarının çenesine doğru ağır ağır
inişinin hisleri ona huzur verdi. Gözyaşlarını silmedi; gözkapaklarında ve
yanağında kurudu.
Gece yarısı tutkulu,
ağlamaklı, bazen anlaşılmaz, duygulu halini düşündü. Sonra zihni yine
kelimelere, mısralara kıpırdandı. Biraz öncekilerin devamı niteliğinde
sözcükler dizildi.
Karmaşık ruh haliyle
odaya geri döndü. Yatağın yaylarını çıtırdatmadan yatağa uzandı. Gözlerini sıkı
sıkı kapatıp yana döndü. İnce bir 'çıt' sesi 'ah' ile karışık, duyuldu. "Herhalde
bu ağrı beni uyutmaz ben de şiirimi unutmam," diye dertlenerek söylendi.
Evet, parmağını kırmıştı.
Başkaları ne
düşünürse düşünsün mücadelesi kendince çok önemliydi. Gerçi bu durumu kimse
bilmeyecekti ama yine de tuhaf davranışlar sergileyen, nasıl davranacağı
kestirilemez birisi olarak tanınacaktı. Bir kez daha anlamıştı ki şiir
yazmaktan büyük bir haz almakta, şiire ilişkin yaptıklarına ve yapacaklarına
ilgi duymaya her zaman devam etmekte.
Gün ışıyana dek
yatakta zorlu saatler geçirdi. Parmağındaki acıyla neredeyse bitap düşmüştü.
Göz kapakları gitgide ağırlaştı ve ister istemez uykuya daldı.
Sabah Zeliha
yastığının altında ezilen çantasını düzeltmeye çalışıyorken Gül de uyandı. "Aman
Allah'ım uyumuşum," dedi içi ezilerek.
Zeliha'nın kaşları
çatık, sinirli görüntüsü aydınlıkta daha çekilmez görünüyordu. Bir sinirle
kimseye 'günaydın' demeden lavaboya gitti. Nilüfer kıskandıran güzelliğiyle
kısa şortundan uzayan bacaklarını aşağıya sarkıtıp tekrar yatağa bıraktı
vücudunu. Gül, Zeliha'nın aslında kardeşinin güzelliğini kıskanmakta olduğunu,
bunun dışavurumunda huysuz ve rüküş bir kız haline geldiğini düşündü.
Gül henüz yataktan
çıkmamıştı. Yana dönerken "Ayy!.." diye bağırdı, "Parmağım!"
Nilüfer aniden
doğruldu. "Gül ne oldu?"
"Parmağım
kırıldı galiba, yatağın yayına sıkıştı." Parmağını tutuyordu. Acı ve panik
vardı yüzünde.
"Ay, mosmor
olmuş," Nilüfer'in benzi sararmıştı. "Ağbi," diye bağırdı. "Çabuk
gel, Gül'ün parmağı kırıldı."
Enişte telaşla geldi.
"Sahiden de kırık!" Kliniğe götürmeye hazırlanırlarken ablası nasıl
olduğunu soruyordu. Yataktan kalkarken elinin yatağın kenarından kaydığını,
sıkışan parmağını çekerken de üzerine düştüğünü anlattı. Olayın, yataktan
kalkarken meydana geldiğini anlatırken Gül çok sakindi.
"Şu somyaları
atalım dedim kaç kere," diye kocasına hayıflanıyordu ablası.
Klinikten Gül'ün eli
sarılı olarak döndüler.
Zeliha, "Kalem
yok mu? " diyerek kalktı, çantasından göz kalemini getirdi. "Adettendir,"
diyerek Gül'ün alçıyla sarılmış eline kocaman bir imza attı, sonra diğerleri de
katıldı imza törenine.
Evdekilerin panik ve
endişe havası sona erip her biri ayrı odaya dağıldığında Zeliha'nın sehpanın
üzerine bıraktığı göz kalemini alarak şiirini küçük bir kağıt parçasına yazmaya
başladı. Geceyi acılar içerisinde boşa geçirmemiş, mısraların hiçbirini
unutmamıştı.
Garip alışkanlıkları ve
gizli maceraları olan bir kızdı; başta şiir yazmak gibi…
Yorumlar
Yorum Gönder