SAÇMALIK (ÖYKÜ)
Hava çok soğuk,
aylardan şubat…
Caddenin karşısına
geçecekmişim gibi durup, gelen geçen arabaları kollasam da geçmeyeceğimi
biliyordum, öylesine bekledim on-on beş saniye. Caddenin sonuna kadar yürümek
istiyorum; özgür, duvarsız ve zinde. Sonrasında ise biraz mutlu, telaşsız ve
biraz da terlemiş olacağım.
Siz hiç sözlükte
aradığınız bir kelimeyi sözlüğü açar açmaz anında karşınızda buldunuz mu? Hoş,
hoş değil mi? Geçenlerde… Ne diyordum ben? Ha, sözlük…
Hafif atıştırıyor
sulu kar. Gece de yağmur çok yağdı. Yine uyuyamadım, yağmur yağdığından değil,
huzursuzdum. Keşke yaz yağmuru olsaydı, keşke.
Geniş bahçenin ıslak
otları arasından yürüyerek buraya kadar geldim. Dizlerime kadar çamur
içindeyim. Terliklerimin topuklarına öbeklenmiş çamuru parke taşlarının arasından
fışkıran gümrah ot tutamlarına sildim. Sonra üzüldüm, otun başına gelenlere ama
yok üzülmemeliyim, onlar arsız sayılırlar ve ayak altlarından hiç eksik
olmazlar. Otlar her yerdeler, otlar…
Bir zamanlar okula
giderken sokağın hep aynı tarafından yürürdüm. Çünkü diğer taraftaki kaldırımın
taşları çok küçüktü ve çizgilerine basmadan yürümem neredeyse imkânsızdı. Tüm
takıntılarım gibi o da manasızdı ve geldi geçti.
Otomobiller… Otomobiller…
İşte büyük, siyah, kalın tekerlekli, gösterişli bir Alman arabası. Güçlü
motorundan yayılan derin vınıltı eşliğinde bir timsah gibi süzülüyor. İçinde
iki kişi var; bir erkek, bir kadın. Her insan gibi onların da dışarıya
yansıtmadıkları sorunları var, var değil mi? Var… Adamın basuru azdıysa,
kadının olmadık yerlerindeki iri sivilceler rahat vermiyorsa bize ne!
Yine kendi kendime
mırıldanıyorum. Mimiklerimin denetimini bazen unutuyorum ama ne fark eder.
Şaka, hep unutuyorum, artık elimde değil.
Kırmızı lüks bir
araba daha. Parlak ceketli ve iriden bir adam kasıntıyla kurulmuş deri koltuğa.
Arabanın tekerleklerine de at pisliği bulaşmış. Hoh, ho!
O da diğeri gibi
bir-iki saniye sonra havaya uçtu. Yok oldular, yok ettim onları zihnimde. Boomm!!!
Müthiş patlamalar ortalığı inletti, koyu kızıl, siyah bir alev topu gökyüzünden
ufacık parçacıklar halinde caddeye elendi. Farklı açılardan çekilmiş sahneler
halinde adeta kurgulanmış gibi gördüm olan biteni. Araba imparatorlukları
paramparçaydı ve akıbetleri belliydi, kurtulamazlardı benim acımasız
hevesimden.
Sessiz parçalanışlar
yaşanıyordu. Hayal gücüm ile… Bunu biliyorum. Ha, onları niçin patlatıyordum?
Benden korksunlar mı istiyordum, yoksa ben mi onlardan korkuyordum? Bastırdığım
şiddet duygularını mı yansıtıyordum? Haa, yansıma evet! Fakat… Onlar... Onlar
benden ayrı bir dünyanın efendileri olmuşlardı, birbirlerini özendirerek,
kıskançlıkla ve zevk yorgunu olarak yaşıyorlardı. Özenti, insanları hayatta
tutan bir süreç olmalıydı. Gerçi onlardan bana ne, bana ne! Benim dünyamdan
zaten uzun zaman önce kovulmuşlar, lanetlenmişlerdi. Git, git!
Nasıl da terledim, rüzgâr
da buz gibi içime işliyor. Neyse şu yürüyüşün keyfini çıkarmalıyım, her şeye
rağmen güzel.
Kendimle çok mu
uğraşıyorum? Kendimi ne kadar terbiye ettim oysa ki. Özverili bir insan mıyım?
Özverili bir insan mıydım? En azından kimseye zararım yoktu, hım… yok. Hem
şiddetim de içimde. Ben sessiz bir insanım. Öyle diyorlar.
Bazıları geleceğimin
parlak, başarılarla dolu olacağını söylerdi. İçimden ‘nasıl’ diye sorardım. Ne
yazık ki öyle bir izlenim uyandırırmışım ama istemeden de olsa yanıltmışım onları.
Görünen ile gerçeğim arasındaki yol ayırımının henüz başındaydım ve
dileklerinize katılma isteği duyabiliyordum henüz. Onlar geleceğimi olumlar ve
bana iltifat ederlerken hayatın bildik düzenine paralel bir dünyayı var
edeceğimi ta çocukluktan biliyordum sanki. Kendimde farklılığın, uyumsuzluğun, çarpık
duygulanmaların da ayırtındaydım da… Kendilerinin arasında olamamanın suçluluğu
ile de çok boğuştum. Saçmalık! Ha, ne diyorduk, ‘Başarı.’ Bunu bana yakıştıranları
küfürlerle andım, andım. Hayır, küfür yok!
İnsan neden beyaz
önlüklü birisini gördüğünde şöyle bir irkiliyor, hatta huzursuz oluyor. Sert
mizaçlı kimya öğretmeleri mi, canı acıtan dişçiler, iğneci hemşireler,
doktorlar mı? Yanımdan savuşup geçti işte birisi. Uzaklaştıktan sonra geriye
dönüp baktım beni mi takip edecek diye. Ama önlüğün arkasında balata reklâmını
görünce gülesim geldi, güldüm de. Tamirciymiş huh! İşçi… Sosyalizm! İş…
İşyerleri…
Ofisler işkence
evidir benim için. Sevimli görünmeye çalışan küçük şeytansılarla doludur.
Kimileri çok sinsi davranır hayatta kalma, diğerini sıkıştırma konusunda, kimileri uyumlarını daha da geliştirerek aldırışsızlık
uzayında yaşayan kimselerdir.
İşyerlerinde zaman
ağır akar ve yıpratmıştır daima bedenimle, ruhumu. Mesai bitişinde ben
yaralıyımdır ama kanamalarımı kimse görmez.
Biraz önceki önlüklü
çok ters bakmadı mı? Bu kıyafetle dikkat çektiğimi biliyorum tabii. Kendimi
bilmez miyim ben? Gelen geçen hemen herkes kaçınarak bana bakıyor, kimisi de
baktığını hissettirmemeye çalışsa da ben yine de fark ediyorum. İllaki
bakıyorlar ama ben bakmalarından nefret ediyorum. Bakmayın bana! Ha, boşver!
Hava soğuk. Ha,
boşver. Evet iş. İiii… Şeee… İşemeliyim… Neyse sonra.
Yedi yıl olmuş işten
ayrılalı. Fısıldayarak söylüyorum: ‘kovulalı’. Söyledim ya o zamana değin bile
zar zor geçti mesaide zaman. Ben kendimle söylenirken gencecik bir oğlan ile
kız şaşkın ve kaygılı bakışlarıyla yanımdan savuştular. "Korkmayın,"
dedim arkalarından ama daha da hızlanıp savuştular.
Filmin renkleri yine
aniden değişti. Gökyüzü ve her şey kahverengimsi tonlarla kaplandı; nükleer
savaş ve kıyamet sonrası modern gladyatör filmlerindeki gibi. Felâketler ve
acılar sanki dünyanın hafif mavi atmosferini yok etmiş, her nesne kabalaşmış ve
çirkinleşmiş, etraf öfkeli mücadelelerden çıkmışçasına yılmış, yıkılmıştı.
Garip mimarili harap binalar arasında, metal ve teneke aksamlı, geniş
tekerlekli, kaba saba arabalar kullanan, sağa sola sataşan, sert meşin giysili,
vahşi görünümlü insanlar türemişti. Onları da patlatmalıydım.
Üzerime koşarak
gelenleri de şimdi fark ettim. Ama, ben tanıyordum onları. Diğer zamanlarda
mavi önlüklü kıyafetleriyle özgürce dolaşan kara kaşlı, kara bıyıklı, karşı
tarafın emre amade askerleriydiler. Genellikle silahlı dolaşmalarına rağmen
ateş ettikleri pek nadirdi. Şimdi çekinmeden ateş ediyorlar ve bana doğru
hızlıca yaklaşıyorlardı. Bang! Bang! Zıp! Zıp! Yine yakalayacaklar!
Niçin ateş
ediyorlardı? İstemeden topraklarına mı girmiştim, isteyerek topraklarını mı
terk etmiştim? 17.yüzyıl barut tabancalarına benzer ultra modern silahıyla,
ateşin geldiği yere doğru kurşun ve lazer yağmuruna tuttum bildik düşmanlarımı.
Ta ta ta ta...
"Neredesin, yine
nasıl kaçtın?" diyerek üzerime atladı mavi önlüklü iki zalim asker. Yakalandım.
Karşı koymadım. Yine de seviniyor ve gururlanıyordum çünkü bu kez caddede daha
fazla yürümeyi başarmış ve pek çok düşman arabasını yok etmiştim. Bu arada itiş
kakış arasında bir tekini daha havaya uçurmayı başardım. Araba geniş caddeye
doğru süzüldü ve gözden kayboldu.
Hastanenin geniş
kapısına doğru yürümeye devam ederken şu klasik soruyu sordum askerlere: "Issız
bir adaya düştüğünüzde, yanınıza alacağınız şeyler nelerdir? Bu soruya her
nedense hep erkeklerin cevap hakkı olduğu düşünülür değil mi?" Cevaplarını
bekledim.
"Hadi yürü"
iteklerken beni önemsemediler, duyarsız, duvar suratlılar.
"Kim neyin
eksikliğini hissediyorsa tercihlerden en az ikisi o doğrultuda olurdu tabii ki
değil mi?" diye kendi cevabımı verdim. Sonra içimden konuyu irdelemeyi
sürdürdüm. Kadınlar ya da erkekler: Onları tercih etme gafletine düşenin ikinci
isteğinin de doğum kontrol aracı olması gerekir ya da kısır olmalarını tercih
edin. Seçim size kalmış, tabii adada bir koloni kurmaya karar vermediyseniz.
Erkekler şimdi sözüm yine size. Kadınları ya bin bir güçlükle fırtınalı
denizden kıyıya ulaştırıldıkları, ya uçurumdan tam düşecekken kurtarıldıkları… Güçlü
kahramanlık sahneleri ile ya da acımasız düşmanların haksız yenilgisine uğramış
mağrur, yürekli bir savaşçının ihtiyacı olan güzel, kadife tenli uzun bir diz
üzerinde başınızı okşayan, şefkatli ve şehvetli bir dünya güzeli olarak
karşınızda düşlersiniz. Sonrasında size köle olduğu, sonsuz kere, bıkmadan
seviştiğiniz anların gururu ile hayalini mi kurarsınız? Farkında değilsiniz ama
siz tam bir çöküntü içindesiniz. İlkel savunma mekanizmalarınız ise çoktan
devrede... Çoktan… İlkel insanlar!
Kafamı sallayarak,
söylenerek, düşündüklerimi kendi kendime onaylayarak zorla iki askerle yürümeye
devam ettik.
Kadın sevişmeyi
istemezse ve de onu uçurumdan atmaya kalkarsanız. Heh heh! Şayet ada da yaşamak gibi bir şans veya
tercih sunulursa tatil amaçlı olsun deyin ve işin içinden çıkın. 'Ben adada
yaşayacağım' diye ısrar ederseniz yanınıza alabileceğiniz üç şey istemeyin.
Elinizdekilerle ve kendi gücünüzle yetinin. Böylesi daha dürüst ve cesur olanı
değil mi? Hele birde mercan adası olduğunu düşünün; istemediğiniz kadar
yiyecek, istemediğiniz kadar güzellik. Kendinizi ve adanızı keşfetmenin
doyumunu ve gururunu yaşarsınız. Böylesini deneyin, böylesini.
Yorumlar
Yorum Gönder