18 Ocak 2023 Çarşamba

         SAÇMALIK (ÖYKÜ)

Hava çok soğuk, aylardan şubat…

Caddenin karşısına geçecekmişim gibi durup, gelen geçen arabaları kollasam da geçmeyeceğimi biliyordum, öylesine bekledim on-on beş saniye. Caddenin sonuna kadar yürümek istiyorum; özgür, duvarsız ve zinde. Sonrasında ise biraz mutlu, telaşsız ve biraz da terlemiş olacağım.

Siz hiç sözlükte aradığınız bir kelimeyi sözlüğü açar açmaz anında karşınızda buldunuz mu? Hoş, hoş değil mi? Geçenlerde… Ne diyordum ben? Ha, sözlük…

Hafif atıştırıyor sulu kar. Gece de yağmur çok yağdı. Yine uyuyamadım, yağmur yağdığından değil, huzursuzdum. Keşke yaz yağmuru olsaydı, keşke.

Geniş bahçenin ıslak otları arasından yürüyerek buraya kadar geldim. Dizlerime kadar çamur içindeyim. Terliklerimin topuklarına öbeklenmiş çamuru parke taşlarının arasından fışkıran gümrah ot tutamlarına sildim. Sonra üzüldüm, otun başına gelenlere ama yok üzülmemeliyim, onlar arsız sayılırlar ve ayak altlarından hiç eksik olmazlar. Otlar her yerdeler, otlar…

Bir zamanlar okula giderken sokağın hep aynı tarafından yürürdüm. Çünkü diğer taraftaki kaldırımın taşları çok küçüktü ve çizgilerine basmadan yürümem neredeyse imkânsızdı. Tüm takıntılarım gibi o da manasızdı ve geldi geçti.

Otomobiller… Otomobiller… İşte büyük, siyah, kalın tekerlekli, gösterişli bir Alman arabası. Güçlü motorundan yayılan derin vınıltı eşliğinde bir timsah gibi süzülüyor. İçinde iki kişi var; bir erkek, bir kadın. Her insan gibi onların da dışarıya yansıtmadıkları sorunları var, var değil mi? Var… Adamın basuru azdıysa, kadının olmadık yerlerindeki iri sivilceler rahat vermiyorsa bize ne!

Yine kendi kendime mırıldanıyorum. Mimiklerimin denetimini bazen unutuyorum ama ne fark eder. Şaka, hep unutuyorum, artık elimde değil.

Kırmızı lüks bir araba daha. Parlak ceketli ve iriden bir adam kasıntıyla kurulmuş deri koltuğa. Arabanın tekerleklerine de at pisliği bulaşmış. Hoh, ho!

O da diğeri gibi bir-iki saniye sonra havaya uçtu. Yok oldular, yok ettim onları zihnimde. Boomm!!! Müthiş patlamalar ortalığı inletti, koyu kızıl, siyah bir alev topu gökyüzünden ufacık parçacıklar halinde caddeye elendi. Farklı açılardan çekilmiş sahneler halinde adeta kurgulanmış gibi gördüm olan biteni. Araba imparatorlukları paramparçaydı ve akıbetleri belliydi, kurtulamazlardı benim acımasız hevesimden.

Sessiz parçalanışlar yaşanıyordu. Hayal gücüm ile… Bunu biliyorum. Ha, onları niçin patlatıyordum? Benden korksunlar mı istiyordum, yoksa ben mi onlardan korkuyordum? Bastırdığım şiddet duygularını mı yansıtıyordum? Haa, yansıma evet! Fakat… Onlar... Onlar benden ayrı bir dünyanın efendileri olmuşlardı, birbirlerini özendirerek, kıskançlıkla ve zevk yorgunu olarak yaşıyorlardı. Özenti, insanları hayatta tutan bir süreç olmalıydı. Gerçi onlardan bana ne, bana ne! Benim dünyamdan zaten uzun zaman önce kovulmuşlar, lanetlenmişlerdi. Git, git!

Nasıl da terledim, rüzgâr da buz gibi içime işliyor. Neyse şu yürüyüşün keyfini çıkarmalıyım, her şeye rağmen güzel.

Kendimle çok mu uğraşıyorum? Kendimi ne kadar terbiye ettim oysa ki. Özverili bir insan mıyım? Özverili bir insan mıydım? En azından kimseye zararım yoktu, hım… yok. Hem şiddetim de içimde. Ben sessiz bir insanım. Öyle diyorlar.

Bazıları geleceğimin parlak, başarılarla dolu olacağını söylerdi. İçimden ‘nasıl’ diye sorardım. Ne yazık ki öyle bir izlenim uyandırırmışım ama istemeden de olsa yanıltmışım onları. Görünen ile gerçeğim arasındaki yol ayırımının henüz başındaydım ve dileklerinize katılma isteği duyabiliyordum henüz. Onlar geleceğimi olumlar ve bana iltifat ederlerken hayatın bildik düzenine paralel bir dünyayı var edeceğimi ta çocukluktan biliyordum sanki. Kendimde farklılığın, uyumsuzluğun, çarpık duygulanmaların da ayırtındaydım da… Kendilerinin arasında olamamanın suçluluğu ile de çok boğuştum. Saçmalık! Ha, ne diyorduk, ‘Başarı.’ Bunu bana yakıştıranları küfürlerle andım, andım. Hayır, küfür yok!

İnsan neden beyaz önlüklü birisini gördüğünde şöyle bir irkiliyor, hatta huzursuz oluyor. Sert mizaçlı kimya öğretmeleri mi, canı acıtan dişçiler, iğneci hemşireler, doktorlar mı? Yanımdan savuşup geçti işte birisi. Uzaklaştıktan sonra geriye dönüp baktım beni mi takip edecek diye. Ama önlüğün arkasında balata reklâmını görünce gülesim geldi, güldüm de. Tamirciymiş huh! İşçi… Sosyalizm! İş… İşyerleri…

Ofisler işkence evidir benim için. Sevimli görünmeye çalışan küçük şeytansılarla doludur. Kimileri çok sinsi davranır hayatta kalma, diğerini sıkıştırma konusunda,  kimileri uyumlarını daha da geliştirerek aldırışsızlık uzayında yaşayan kimselerdir.

İşyerlerinde zaman ağır akar ve yıpratmıştır daima bedenimle, ruhumu. Mesai bitişinde ben yaralıyımdır ama kanamalarımı kimse görmez.

Biraz önceki önlüklü çok ters bakmadı mı? Bu kıyafetle dikkat çektiğimi biliyorum tabii. Kendimi bilmez miyim ben? Gelen geçen hemen herkes kaçınarak bana bakıyor, kimisi de baktığını hissettirmemeye çalışsa da ben yine de fark ediyorum. İllaki bakıyorlar ama ben bakmalarından nefret ediyorum. Bakmayın bana! Ha, boşver!

Hava soğuk. Ha, boşver. Evet iş. İiii… Şeee… İşemeliyim… Neyse sonra.

Yedi yıl olmuş işten ayrılalı. Fısıldayarak söylüyorum: ‘kovulalı’. Söyledim ya o zamana değin bile zar zor geçti mesaide zaman. Ben kendimle söylenirken gencecik bir oğlan ile kız şaşkın ve kaygılı bakışlarıyla yanımdan savuştular. "Korkmayın," dedim arkalarından ama daha da hızlanıp savuştular.

Filmin renkleri yine aniden değişti. Gökyüzü ve her şey kahverengimsi tonlarla kaplandı; nükleer savaş ve kıyamet sonrası modern gladyatör filmlerindeki gibi. Felâketler ve acılar sanki dünyanın hafif mavi atmosferini yok etmiş, her nesne kabalaşmış ve çirkinleşmiş, etraf öfkeli mücadelelerden çıkmışçasına yılmış, yıkılmıştı. Garip mimarili harap binalar arasında, metal ve teneke aksamlı, geniş tekerlekli, kaba saba arabalar kullanan, sağa sola sataşan, sert meşin giysili, vahşi görünümlü insanlar türemişti. Onları da patlatmalıydım.

Üzerime koşarak gelenleri de şimdi fark ettim. Ama, ben tanıyordum onları. Diğer zamanlarda mavi önlüklü kıyafetleriyle özgürce dolaşan kara kaşlı, kara bıyıklı, karşı tarafın emre amade askerleriydiler. Genellikle silahlı dolaşmalarına rağmen ateş ettikleri pek nadirdi. Şimdi çekinmeden ateş ediyorlar ve bana doğru hızlıca yaklaşıyorlardı. Bang! Bang! Zıp! Zıp! Yine yakalayacaklar!

Niçin ateş ediyorlardı? İstemeden topraklarına mı girmiştim, isteyerek topraklarını mı terk etmiştim? 17.yüzyıl barut tabancalarına benzer ultra modern silahıyla, ateşin geldiği yere doğru kurşun ve lazer yağmuruna tuttum bildik düşmanlarımı. Ta ta ta ta...

"Neredesin, yine nasıl kaçtın?" diyerek üzerime atladı mavi önlüklü iki zalim asker. Yakalandım. Karşı koymadım. Yine de seviniyor ve gururlanıyordum çünkü bu kez caddede daha fazla yürümeyi başarmış ve pek çok düşman arabasını yok etmiştim. Bu arada itiş kakış arasında bir tekini daha havaya uçurmayı başardım. Araba geniş caddeye doğru süzüldü ve gözden kayboldu.

Hastanenin geniş kapısına doğru yürümeye devam ederken şu klasik soruyu sordum askerlere: "Issız bir adaya düştüğünüzde, yanınıza alacağınız şeyler nelerdir? Bu soruya her nedense hep erkeklerin cevap hakkı olduğu düşünülür değil mi?" Cevaplarını bekledim.

"Hadi yürü" iteklerken beni önemsemediler, duyarsız, duvar suratlılar.

"Kim neyin eksikliğini hissediyorsa tercihlerden en az ikisi o doğrultuda olurdu tabii ki değil mi?" diye kendi cevabımı verdim. Sonra içimden konuyu irdelemeyi sürdürdüm. Kadınlar ya da erkekler: Onları tercih etme gafletine düşenin ikinci isteğinin de doğum kontrol aracı olması gerekir ya da kısır olmalarını tercih edin. Seçim size kalmış, tabii adada bir koloni kurmaya karar vermediyseniz. Erkekler şimdi sözüm yine size. Kadınları ya bin bir güçlükle fırtınalı denizden kıyıya ulaştırıldıkları, ya uçurumdan tam düşecekken kurtarıldıkları… Güçlü kahramanlık sahneleri ile ya da acımasız düşmanların haksız yenilgisine uğramış mağrur, yürekli bir savaşçının ihtiyacı olan güzel, kadife tenli uzun bir diz üzerinde başınızı okşayan, şefkatli ve şehvetli bir dünya güzeli olarak karşınızda düşlersiniz. Sonrasında size köle olduğu, sonsuz kere, bıkmadan seviştiğiniz anların gururu ile hayalini mi kurarsınız? Farkında değilsiniz ama siz tam bir çöküntü içindesiniz. İlkel savunma mekanizmalarınız ise çoktan devrede... Çoktan… İlkel insanlar!

Kafamı sallayarak, söylenerek, düşündüklerimi kendi kendime onaylayarak zorla iki askerle yürümeye devam ettik.

Kadın sevişmeyi istemezse ve de onu uçurumdan atmaya kalkarsanız. Heh heh!  Şayet ada da yaşamak gibi bir şans veya tercih sunulursa tatil amaçlı olsun deyin ve işin içinden çıkın. 'Ben adada yaşayacağım' diye ısrar ederseniz yanınıza alabileceğiniz üç şey istemeyin. Elinizdekilerle ve kendi gücünüzle yetinin. Böylesi daha dürüst ve cesur olanı değil mi? Hele birde mercan adası olduğunu düşünün; istemediğiniz kadar yiyecek, istemediğiniz kadar güzellik. Kendinizi ve adanızı keşfetmenin doyumunu ve gururunu yaşarsınız. Böylesini deneyin, böylesini.

        Bugün pazartesiydi değil mi? O günlerde ben daha yorgun hissediyorum kendimi. Aylak bir adam değilim artık, buradaki listede adım var. Bazen suçluluk duyuyor olsam da ‘hayatın, var oluşun kendisini sorgulamalı,’ diye düşünüyorum. Hem ‘bu konunun üzerinde hala durulmalı mıdır, durulmamalı mıdır’ diye kendi soruma yoğunlaşarak koğuşuma doğru, üzerimdeki çamurdan berbat olmuş pijamalarım ile yürümeye devam ediyorum… Hayal gücüme barut enjekte eden hemşireler. Birkaçını seviyorum bile.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

  BLOG İÇERİĞİ / LIST OF CONTENTS YAZILAR / ARTICLES -UZAKTAN (Deneme) -YAPAY ZEKÂ, PHOTOSHOP, MS WORD… (Makale) -SORULAR (Makale)   - K...