17 Ocak 2023 Salı

          BEYAZ KÜP (ÖYKÜ)

Aslında herkes farklı ses çıkarır(dı)...

Ama aynı sesleri çıkarıyor, aynı şeylerden bahsediyorlar. Aynı şeylerin peşinden koşmayı, düzeyli ve kaliteli bir yaşam için gerekli olduğu noktasında anlaşıyorlar. Huzur ve mutluluk arayışı değilse bu ve çoğunluğun yaşam biçimiyse hayatımız kocaman bir düzeysizlik çemberiyle çevrilmiş demektir.

................

Ne!

Dinginlik önemli bir zaman dilimidir; düşünülür...

Odam serin ve buradaki eşyaları seviyorum; kalemleri, fotoğraf makinelerini, karalanmış kâğıtları, kitapları, fotoğrafları, radyoyu, ıvır zıvır dolabını, vs, vs... Odanın dışındaki dünyaya ait şeylerin benimle ilgili varlıklar olup olmadıklarını bilemiyorum. Onlara yakın olmayı isteyip istemediğimi çözemiyorum. Ama emin olduğum bir şey var: Yoğun bir depresyon içindeyim.

Daha da anlamsızdır bazen her şey...

Kendi dünyama çekiliyorum. Anlam veremiyorum savrulan düşüncelerime. Hiçbir şeyi umursamaz, ilgisiz görünüşümün insanları aldattığını biliyorum. Sosyal olamayan birisiysen olayları izlemeyi tercih etmek üstelik katılamamaktan dolayı suçluluk duymak ne berbat şey. Gerçekler daha sert, çekilmez, düşsüz ve yıpratıcı niteliğe bürünüp dışa vuramıyor, yardım isteyemiyor sonuçta yalnız yaşamak zorunda kalıyorum. Daha kötü ne olabilir.

Yaşam... İnsanın karnını doyurma, kafasını avutma telaşı değil de neydi? ...ki onlar doyduktan sonra yaşamlarını çok anlamlı ve yeterli, kendilerini de değerli buluyorlar.

Doğru tanım bu mudur? Asıl olan bu mudur, yanlışsa çözüm yolu var mıdır? 

Bazıları, diğer insanların yaşamını olabildiğince anlamsızlaştırırken gizliden yücelme duygusuyla coşarlar ve bu onların yaşam enerjilerini artırır.

İnsanlarda gizli ya da açık karşıdakini saf dışı etme hiç değilse kendi kulvarına girmesini engelleme (uzaklaştırma) dürtüsü vardır. 

Peki, telde durmaya çalışan ağır bir kuş dengesinde yaşadınız mı hiç?

Kaygılar yaşama nasıl da kuşku, endişe, ağırlık ve huzursuzluk veriyor. Bitkinim ve zorlanmış hissediyorum. Herşey boşlukta âdeta. Doğru dürüst cevaplara ulaşamıyorum; üstelik daha çok gencim. Anlam karmaşası yaşamaktayım ne âlâ, ne âlâ... Yaşam bu kadar bıktırıcı olamazdı, olmamalıydı. Aymaz değilim ve yıldıran bir dönemdeyim…

Acemice yapılmış binaların arasında küçük bir apartmanda, hiçbir zaman gün ışığını tam göremeyecek, yarı karanlık, hatta şu andaki ruh halimle kasvetli sayılabilecek odamdan dışarıyı seyrediyorum. Radyo usul usul çalıyor. Azıcık görünen dört yol ağzında top oynayan çocukların öğlen uykusuna yatmış miskinlere ninni gelen bağrışmaları arasında savuşup geçen gölgeleri seçebiliyorum.

Ve yolculuk...

Bir yerlere gittim ama emin değilim.

Sevimsiz, iğrenç, uzun bir yolculuğun ardından araçtan inerken ben dönüş seremonisinin çağrışımlarıyla alâkadardım. Beni nereye getirmişlerdi?

Çevrenin kuru parlaklığından gözlerim kamaştı. Rengi yoktu, kirli beyaz siluetin renkleneceği ümidiyle çevreme bir daha baktım. Hiçbir şey değişmedi. Bu kadar şaşkın olmama da şaşırdım.

Tuhaf davranıyordum. Resimsel benzetmelere başladım: Tuvalin, boya tutmayan nahoş bir boşluğuna geldiğimi zannettim. Güneş, çıplak kentin renklerini gökyüzüyle beraber soldurmuştu sanki. Samimi renkler aradım insanların yüzlerinde, eşyalarda, binalarda, havada, yerde, biraz alışkanlıklarıma yakın, biraz yabancı olmayan renkler... Oysa toprak rengiyle karışı soluk kahverengiliği baskınlığında gökkuşağından uzak hayatın tekdüzeliğinde gördüm ve hissettim. O an ister istemez soyutladım kendimi ve insanların kaçılası yabancılığından ayrılmak istedim. Beyaz tuvalde kahverengi lekelerin arasına giren aykırı bir renk olarak algıladım kendimi. Varoluşum, duygularım, tişörtüm sırıtıyordu sanki. Etrafımdaki kahverengiliğin öz rengime karışacağını tedirgin bir ressamın titizliğiyle yaşadım. Lekelerin habersiz beraberliğinden oluşan kompozisyonun ortasında tüm somutluğumla duruyordum; kaçamıyordum, oradaydım...

Tuvalin sessiz köşelerinde yer alabilirdim. Bilinçaltı ve ruhsallığımın rengine bürünerek, tuval üzerinde kendime has bir renk olabilirdim. Asıl rengimi bulduktan sonra onu kaybetmeden, diğerleriyle karışmadan, karıştırılmadan var olmak istiyordum. Kompozisyonu, dünyayı ve bulunduğum yeri değiştiremezdim. Renk kişiliğimi parçalayıp, ayrıştırarak değiştirmeye ve mekâna hâkim olmaya çabalayabilirdim ki bu delice bir şey olurdu. Oysa tüm renklerin gerçeğini görebilmek ve kavrayabilmek için bütün bir kişiliğe ihtiyacım vardı.

Dakikalar ilerlerlerken biraz duruldum.

Yarım saatlik yolculuktan sonra, "Köye geldik," dedi birisi.

Köye mi!.. Neresi burası, niçin geldik?..

Yanımda birkaç kişi daha vardı; birisi bizi yönlendiriyor, gerektiğinde bizimle konuşuyordu. Durumdan önsel bir fikir çıkarmam gerekirse, aynı yere aynı amaçla giden bir ekip içerisindeydik. Herkes birbirine az buçuk tanıyormuş gibi davranıyordu. O sebeple olsa gerek kimse nereye, niçin gittiğimize dair bizi yönlendiren adama bir şey sormuyordu. Ben de onların düşüncelerini paylaşıyordum tabii ki.

İnsanlar bize selam veriyor, hoş geldiniz diyorlardı. Açık bir alana geldik. Coca-cola afişi asılmış bir evin duvarına yaslanarak birer şişe Pepsi içtik. Tadı farklı geldi bana sanki.

Köy, ilk bakışta, beş yüz yıl öncesinin dekoruyla piyese hazırlanmış bir sahne gibiydi; duvarlar, çizgiler, giysiler hatta insanların bizlere bakışları, yanık tenleri bile dekora uygundu. Uzaysal bir mekân değişikliğinin şaşkınlığı yoktu ama bu sahneyi izlemeye gelen bir seyircinin yabancılığı vardı üzerimde. Oysa sahne gerçekti ve biz de bu oyuna öyle ya da böyle katılmıştık.

Köyün dışına doğru İlerlemeye devam ederken, duyduğum heyecan uykusuzluğumu bastırıyordu. Birisinin "Ev işte orada," dediğini duydum. Önce küçük bir kulübe gibi görünmesine rağmen yanına varınca gördük ki aslında büyükçe bir bina ve karşısında ufak bir ek bina daha var. Binaların ötesinde sessiz ve geniş ova, sonsuzluk hissiyle uzanıyordu. Sonradan öğrendim ki, zamanında öğretmen evi olarak yapılmış ama sayısı hiçbir zaman ikiyi geçmeyen öğretmenler şehirde oturmayı ve her gün köye gelip gitmeyi, bu ruhsuz binada kalmaya tercih etmişler.

"Biz niçin buradayız?" diye önde yürüyen kadına sordum.

"Görevlisiniz."

"Ne görevi?"

Cevap alamadım.

Birisi "bismillah" diyerek evin kapısını açtı. Bütün gün sıcaktan kavrulmuş hava yüzümüze tokat gibi çarptı. Mekânı öylesine tanıma amaçlı dolaştık. Soluklanmak için bir odaya istiflenmiş sandalyelerden getirdik kapı önüne. Bize yardımcı olan köylülerden birisi sırıtarak, "Bizden kız almak kolay değil" dedi. Herkes bir an adama baktı ama kime, ne imâ ettiğini anlayamadı. Hiç kimse bu söyleneni garip karşılamamış, üzerine alınmamış, sesini çıkarmamıştı. Şimdiye değin her şey zaten karmakarışık hem de ilginçtir ki yolunda görünüyordu.

Gece oldu, sabah oldu... Sonraki bir kaç gün bir şeyleri yoluna koyarak, dosyaları düzenleyerek, binada küçük onarımlar yaparak geçti. Ama amacımızı çıkaramadım, işimizin adını tam koyamadım. Kimse belli bir işten bahsetmiyordu. Kâh mürekkepli kalemlerle bir şeyler çiziyorduk, kâh yemek yiyorduk, kâh evin önündeki yabancı otları yoluyorduk.

İdareci kadın işimizin bu olduğunu söylüyordu yalnızca. Dört kişiydik: Baştan beri bizi talimatlarıyla yönlendiren orta yaşlı, sert yüzlü, erkeksi bir konuşma tarzı olan kadın ile onunla daha önce tanışık hatta birbirlerinin huylarını kanıksamış genç asistanı, ben ve aynı okul sıralarını paylaştığım ama sadece yüzünün tanıdık gelmesi dışında kendisini tanımadığım arkadaşım bulunuyordu.

Akşamüzeri idareci, üç kızın yakında ekibe katılacağını söyledi. Cümlesini bitirince yüzümüzde erkeksi hoşnutluklar umarak bizi süzdü. Sürpriz bir haberdi aslında bu, kimse kızların geleceğinden daha önce bahsetmemişti. Arkadaşımın sıradan, ilgisiz bir ifade yüklenmeye çalışması, bu işten çok keyif alacak yüzünü belli ediyordu. Şefin (kadın kendisine öyle denilmesini söyledi) oradan ayrılmasıyla, "yaşadık!" diyerek omzuma vurdu. "Ne zaman acaba?" diye de kendi kendine mırıldandı. "Bu işte birlikteyiz," der gibi samimiyet kurmaya çalıştığını fark ettim.

Kızların geleceği haberi benim burada bulunup bulunmama isteğimde bir değişiklik yapacak mıydı emin değildim. Fazla utangaç değildim ama çevreye olan ilgisizliğim onlara da yansıyacaktı. Bazı huylarım hiç hoşuma gitmiyordu. Kızların çok güzel olabileceği, samimi arkadaşlıklar kurup keyifli ve eşsiz zamanlar geçirebileceğim düşüncesini ise hiç aklıma getirmiyordum.

Akşam olmuş, dinlenme faslımız başlamıştı. Uçuşan bulutlara yorgun bedenimi bırakasım geldi. Herşey öyle sessizdi ki…

Kendime sorular sordum: "Günün keyifli miydi, zevk aldın mı ve önemlisi burada ne işin var? Birileri zorla mı getirdi yoksa kendi isteğinle mi geldin?" Sorularımı yanıtlamadım ama derin bir huzursuzluk ve boşluğun beni beklediğini hissedebiliyordum.

Ne yaptığımızı, ne için uğraştığımızı, didindiğimizi pek çıkaramıyor ama olayların akışına kapılmaktan da kendimi alıkoyamıyordum. Hatta bazen yapılan şeyler çok anlamlıymış gibi de görünüyordu. 

Bir akşam:

Buğday ve pamuk tarlalarından dönen köylülerin yere bıraktıkları dirgen, yaba, tırpan tangırtıları, ıslıklar, kişnemeler, havlamalar, oyuna dalan çocukların bağrışmaları, bazen geçen motorların sesleri uzaktan bizlere kadar yankılanıyordu.

Ben şimdi buradaydım. Alışkanlıklar elde edebilirdim ama gerçekten kendimi getirip getirmediğime karar veremedim. Şehirde de huzursuzdum ve bunlar öyleyse kendimi bir yerlerde arayışlarımdı... Akşam karanlığında günü aydınlatacak soru geldi: "Neden?"  Çok derin ve rahatsız edici bir soru.

 Kapı önünde sivrisinek istilasına uğradık. Bacaklarımda ısırılmadık yer kalmadı. Dinmek bilmez kaşıntıları her yanıma yayılırken bu tatlı bıktırıcılık içerisinde bir yandan da ufuktaki bulutları izlemekteydim. Yavaşça gökyüzü maviden griye erimeye başlıyor, turuncular, sarılar, morlar gizemli tonlarla birbirlerine karışarak kayboluyorlardı. Koyulaşan gökyüzünü beyaz bulutlar eridikçe durultarak rengini açacak zannederken karanlık daha da artıyordu. Ah, ruh halimin yansımaları. Uyumsuzluk mu, ayrılık acısı mı? Kimden ayrıldım da acı çekiyordum ki; alışkanlıklarımdan, odamdan, radyomdan, yatağımdan, resim kalemlerinden mi? Hepsinden de ayrışan şu oldu:  "Resim kalemleri." 

Ben ressam ruhlu muydum yoksa kendini sanatçı duyarlılığı hezeyanına kaptırmış aptal bir fani mi? 

Şefin tok sesiyle irkildim. Yemeğe çağırıyordu; makarna ile köy ekmeği yenecekti. Aşçımız yaşlı bir köylüydü ve bütün şehirlilerin makarnayı sevdiğine inanan birisiydi.

Tabağıma konan her şeyi silip süpürdüm. Sabahtan beri doğru dürüst bir şey yememiştim, daha doğrusu canım istememişti. Makarnada fena olmamıştı hani.

Hava kararmıştı. Yemek sonrası rehavetimizi yine tahta sandalye çekecekti ki, köyün açıklarına doğru gökyüzünü kaplamış koyuluk, rahatsız edici cızırtılarla kalkmamıza neden oldu. Baktığımız yönde ufuk yitirilmiş, tatlı alacalık yutulmuştu sanki. Seçilesi tatlı yıldızlar yerlerinde yoktu. Köylülerden biri toz fırtınası olduğunu söylerken karanlık büyüyor, zayıf ışıltıları da altına alarak üzerimize geliyordu. Koyu karanlık, hafif laciverti emerken, "Her tarafı kapatın, bu gece dışarı çıkmayın!" diyerek telâşlandı köylü. Şefte aynı heyecan içerisinde, "haydi çabuk!" diyerek tedbir almaya zorladı herkesi. Dış kapı kapatılarak içeri girildi ve her oda, her pencere kontrol edildi, açık yerler kapatıldı. Üstelik olayın savuşturulabilir olmasından dolayı da yaşanan telaş hoşuma gitmedi değil. Köylülerden biri yine, "Bizden kız almak kolay değil," diye bağırdı. Bana baktığını hissettim bir anda keyfim kaçtı. Burada bir "eş" aradığıma dair yersiz düşünce zihnimden yıldırım hızıyla gelip geçti.

Ürperten ve her tarafı allak bullak eden bir rüzgâr bastırdı aniden. Az sonra pencere ve duvarlara, görünmeyen kum zerreleri uğultulu bir hışırtıyla çarpmaya başladı. Bir güç tarafından sarıldığımızı hissediyorduk. Çok geçmeden karşıdaki küçük binanın kapısında yanan lamba, binanın koyu siluetiyle birlikte bulanmaya, dalga dalga solmaya başladı. Uğultu giderek artıyor, görebildiğimiz ayrıntıları ve her tarafı toz değil, sanki siyah, kopkoyu bir sıvı kaplıyordu. Camın ötesinde olup biteni, görüneni bir anda silip süpürmüştü. Okyanusun dondurucu derinliklerinden çıkan bu karartıyla çok geçmeden yankısız bir yalnızlığa gömüldük. 

Dışarıda hiçbir gerçeklik kalmamıştı, burada bulunmamızdan başka... Ne akşam, ne renk, ne sabahın beklentisi (ah karamsarlık)... Sadece anılar ve beklentiler ortasında öylece yapayalnız...

Pencereden bakarken, karanlığın kendisi de bir renk olmaktan çıkmıştı. Gözlerimin önüne bir perde inmişti sanki. Ama aniden bir parlama oldu ve karanlığın ortasında büyük bir 'Beyaz küp' adeta çakarak belirdi. Beni ürkütmeden göz önüme konmuştu. Hiçbir şey ile her şey arasında, sadece iç görüyle, sezgiyle anlam olacak bir şey. Gerçeğin kendisi kadar yalın ve yakın ama ulaşılması zor mesafelerin aşılması ile anlam bütünlüğünde ancak aydınlanabilecek, kör gözlerimizin önündeki gerçek. Gözlerimizle asla göremeyeceğimiz ama onun orada olduğunu hissedebileceğimiz, zihnimizin ve duyarlığımızın aydınlığında, bilgiyle, incelikle ortaya çıkartılacak o sonsuz an… O donuk, kahredici karanlığa hükmeden içimizdeki ışık... Bakış açılarımızı değiştirerek başka boyutları fark etmeyi denerken kendi boyutumuzun ilmeklerini yakalayabilme arzusu ile...

"Beyaz küpü göremiyorsak bizim onu algılayamamış olmamız sebebiyledir, aklımızla çeliştiği için değil," diye düşünürken beni seyreden bir başkasını endişelendirecek davranışlar içerisinde olduğumu hissettim ama sonra boş verdim. Beyaz Küp'ü neden daha önce görememiştim. O anda içeriden gelen cılız ışıkla pencereden yansıyanı gördüm. Karanlığın içinde karşı karşıyaydık.

Belki de beyaz zannettiğimiz tuval siyah renkte olmalıydı ve asıl olan bu başkalığı yakalayabilmekti. Bu başkalık, kimsenin fark edemediği kadar yalın ama umulmadık, düşünülmedik temel bir katman olarak değişimi yaratabilirdi.

Aranılanı bulamamak!

Aranılanı bulmanın olanak dışı olduğunun bilincinde olsa bile insan, aradığını bulamaz ama aramaktan da vazgeçemezdi yine… Yaşamın meşgalesi, çekiciliği ve gizemi burada saklı değil miydi zaten? Evet, evet! 

Yarınların güzel olacağını düşünmek... 

O anda karanlığa çıkıp doğmayı hissetmek istedim. Beyaz Küp'ü görebildiğim için bağırmak, hınca hınç bağırmak istiyordum. Yorulmuştum. Ne kadar zaman geçtiğinin farkında değildim.

Dışarıda hiçbir şey gözükmüyor, hışırtılı rüzgâr hafif uğultularla devam ediyordu. Bitkindim... Sarmal, yaldızlı bir bulutsuya daldım. İçinde gezindiğimiz evreni düşünüyordum. Yaldızlı bir fırçanın, gizemli karanlığa sürdüğü rengârenk parıltıları arasındaydım. Birisi resim yapmıştı: Yıldızlar, gezegenler, evrenler, bizlerle birlikte bu kompozisyonun birer parıltıları, renkleri, düşünce biçimleriydik. Fark edemediğimiz detaylarla, çok boyutlu uzayın (tuvalin) bütününü göremiyor, düşleyemiyorduk ki olan biteni anlayalım. Karmaşık ve aşkın uzayın, nasılını bilebilsek de, nedeninde ayırt edilmeyi bekleyen bir karmaşa ve gereklilik vardı. Düzenli, düzensiz, dönen, çarpan, sevişen, doğan, canlı, cansız, ölümlü, sonsuz bir kompozisyon içerisinde uçuyordum.

Sabah göz kapaklarımı ısıran güneşin zoruyla uyandım. Bir ara kalkmamayı düşündüm. Hiçbir şey olmamış gibi davranmak ne de zordu. Kapı, "tık tık" etti. Şef "tamam" dedi. "Tamam" dedim ben de. "Kıyafetlerinizi hazırlayın" diye bir ses daha duyuldu. "Hangi kıyafetlerimiz?" diye karşılık verdim. Ses gelmedi. Tonlarca ağırlıktaki gecenin altından kalkıyordum sanki. Gözlerim yanıyordu. Bacaklarımı yataktan aşağıya sarkıttım, ayağımı yere bastım. Kafamı sonra da vücudumu kaldırarak bacaklarımın üstüne koydum ve doğruldum.

Kahvaltı sırasında "Yaptığın çok saçmaydı," dedi Şef. "Bir şişe bira ile bu hale geleceğini bilseydik..."

Fırtına sırasında kapıyı açıp, dışarı çıkmış, bağırıp çağırmışım; beyaz bir küpten, buraya niçin geldiğimizden, onların kim olduğundan, siyah tuvalden ve daha birçok şeyden bahsetmişim. Karanlığa resim yapmaya kalkmışım yani çok tuhaf ve endişe verici davranmışım. Beni zorla içeri alıp odama zar zor götürmüşler.

Defalarca özür diledim. Şef ekledi: "Böyle bir şeyin tekrarlanmayacağı sözünü verirsen rapor etmeyeceğim.”

Köylülerin eşliğinde şefle birlikte bizi köyün epey uzağındaki bir yere yürüdük. Başka insanlarda görüyorduk aynı yöne giden; yeni kıyafetler giymişlerdi, genç kızlardan kolonya kokuları bile geliyordu. Galiba bir törene gidiyorduk. İnsanlarda mutlu ve sıra dışı bir telaş vardı. Yolu kenarındaki büyükçe bir ağacın alt dalları renk renk bez parçalarıyla süslenmişti. Geniş ama yükseltisi az bir tepeye doğru ilerledik. Tepenin arkasına doğru geçince bozkırın ortasında uzaysal bir nesne gibi konumlanmış düğün çadırını gördük.

Çadırın çevresinde kimileri sakince oturuyor, kimileri kadınlı erkekli koşturuyor, konuşuyor; kimileri halay çekiyor, kimileri havaya ateş ediyordu.

Orta yaşlı şefim ile kesinlikle samimiyet kuramamıştım. 

"Bunların bir anlamı var mı?" diyerek çadırı işaret ettim.

Şef, "Bu sorulacak soru mu?" dercesine yüzünü ekşiterek baktı bir an.

"Niçin buradayız?" diye üsteledim.

"Sen niye olaylara herkes gibi kendini kaptırmıyorsun?" diyerek yanımdan ayrıldı.

Arkadaşım yanıma geldi ve kafasını eğerek fısıldadı: "Bugün kızlar geliyor... üç tane hem de..." dedi sabırsız ve beklentilerle coşmuş sesiyle.

"Bugün mü? İyi..." diyebildim. 'Üç kişi' değil de 'Üç tane' demişti. Onu çözmeye başlamıştım.

Gün boyunca elimizde metrelerle ölçümler yaptık, krokiler çizdik.Sıcaktan perişan olmuş bir halde akşam döndüğümüzde kızlar çoktan gelmiş, evin önündeki gölgelikte soluklanıyorlardı.

Önsel olarak büyük hayal kırıklığına uğradım. Üçü de çirkin sayılırdı ve gözüme ilk anda çarpması gereken aradığım kişi aralarında da yoktu. Onları tanıdıkça geçen zaman içinde hoşlanabileceğimi düşündüm. Şef ve diğerleri çocukça sevinçleriyle ortalıkta bir süre dolanıp durdular. Sanki çok işleri varmış da, soluklanacak vakitleri yokmuş gibi ne yaptıklarını tam bilemez haldeydiler. Kendimi tanıştırdım. Yeni tanışmışlığın ve yabancılığın ilk bir kaç kelimesini konuştuktan bir süre sonra kızlar odalarına çekildiler.

Onları tanımıyor olsam da iyi ve mütevazi kızlara benziyorlardı.

İçeriden küçük bir resim kâğıt parçası aldım ve kapı önüne çıktım.

Bir grup köylü, karşı binanın köşesinde kendi aralarında konuşuyorlarken onlara doğru yaklaştım. Birisi "hoş geldin" dedikten sonra, ölçüsüz samimiyeti ile hiç ummayacağım şeyi yüzüme vurarak sordu: "Siz çok dalgın ve düşüncelisiniz, neyi düşünüyorsunuz günlerden beri?"

"Ben mi?" diye isteksiz ama yumuşak bir tavırla sordum. Cevap vermediler.

Sıradan ve hiç tanımadığım bir insandan böyle bir soru cesaretini bekleyemezdim. Gözlemine şaşırsam da sorulmasını da istemezdim. Benim tabiatım, demek istedim bir kaç kelimenin arkasına sığınarak. Anlık kelime arayışımın ardından, köylü kendi basit fikrini muhteşem sorusuna ekledi: "Düşünme bir kızı bu kadar... Hepsi aynı." Anlamsızca gülümsemişim. "Değmez, değmez," diye tekrarladı. Yüzümdeki amaçsızlık yine bir şeyler söylememe fırsat vermedi. "İki tane hanımım var... Farkları kalmadı," diye tamamladı sözlerini.

"Öyle mi?" diyebildim. Adam kafa sallarken asıl soruyu ben sordum: "Siz ve biz neden buradayız?"

"Biz bilmeyiz öyle şeyleri," dedi ekâbir sorgucu. Hiç konuşmayanı ise, anlamsızca yüzüme baktı.

"Peki," dedim.

Ovayı saran akşam turunculuğu yüzleri okşarken, geldiğim gibi sessiz ve çözümsüz güneşin battığı yöne doğru uzaklaştım. Hiçbir şey olmamış, arada böyle bir konuşma geçmemiş gibi köylüler kaldıkları yerden sohbetlerine devam ettiler. En hararetle konuşan ise biraz önce hiç lafa karışmayandı.

Kızgın güneşin soluk yuvarlağı ufkun ardına kaydı. 

Hemen her kadın dertlidir aslında. 

Zihnimdeki bu cümleyle birlikte güneş son damlasını da ufkun arkasına damlattı ve yalnızlığım daha da arttı. Onlar köyün ıssız sokaklarında yalnızlığı bilmezken, kendimi evrenin kalabalığında biçare hissediyordum. Bir titreme gelirken içime kâğıda bir şeyler karalama isteği duydum.

Geriye döndüğümde köylülerin hâlâ orada olduklarını gördüm. Yanlarından geçerken, "Değmez, değmez!" diye dudak bükerek tekrarladı söze karışan. Umursamaz tavrındaki ses tonu beni hissizleştirdi. Derken şefin sesi duyuldu, "Haydi yemek!" Şımarık, tiz, rahatsız edici bir sesti.

Küçük yemek odasında şefim, her zamankinden daha neşeliydi. Kızlar ise sanki buraya daha önce gelmişler gibi pişkin ve aşırı görünüyorlardı şimdi. Onları izlerken, tanınmadıkları, içlerine inilmediği sürece benzer olduklarını düşündüm. Ama bir insan kolayca nasıl tanınırdı, ilk anlarda adını bilebilmekten başka... İnsanlar ters anlamlar içerisinde, bambaşka kişiliklerde, kendinden uzak çevresinde kabuğunu kurmuşken. Oysa masanın başındakiler birbirlerinin kişiliklerini, örtük tutkularını bilirmiş, tanırmış edasıyla davranıyorlardı. Birbirleri gibi hissettiklerinde, aynı davranış biçimini benimsediklerinde onlar için sorun yoktu. Yoksa bütün bunlar sosyal beceriksizliğimin ve uyumsuzluğumun kılıfı mıydı? Nedense kızların bana karşı az da olsa mesafelerini hissettim.

"Daha önce kaç defa buraya gelmiştiniz? " diye esmer kıza sordum.

"Hiç..." Cümlesini tamamlamadan diğer tarafında oturan kıza çabuk çabuk bir şeyler anlatmaya başladı. Esmer kız, diğerlerinin yanında daha düzgün bir yüze ve vücuda sahipti. Adlarını henüz tam öğrenememiştim. İkisinin ismi birbirine yakın olduğundan karıştırıyordum.

Şefin, genç asistanı ile konuşurken aralarında gizli beden dili olduğunu o anda sezdim. Biz yemeğe başlarken onlar hala manalı bakışlarla bir şeyler anlatıyorlardı. Şefin evli olduğunu duymuştum.

Pencerede bir karaltı farkedildi. "Satılık mı?" diye sordu derbeder görünümlü yaşlı bir adam şefe bakarak.

Şef, "Hepsi benim," diye karşılık verdi.

Adam kahkahalar atarak pencereden uzaklaştı. Sonra yine geldi. "Ben tadına baktım," dedi sırıtarak.

"Kim o?" diye sordum.

"Bir figüran, bir biçare" diye cevapladı Şef. Herkes yemeğine devam etti.

İlk tabaklar bittiğinde bir an başım döndü sonra hepten dönmeye başladı. Orada olmaktan gitgide uzaklaştıran heyecan ve panik dalgasıyla sarılmaya başladım. Sahneler gitgide hızlandı; saç modellerine, tokalara, ekmek kırıntılarına, masa örtüsünün desenine, duvarlara, göğüslere, tabağımdaki yemeğin duruşuna hiçbir anlam yüklemeden bakıyor, hızlı hızlı geçiyordum. Gitgide renkler karışıyor,  köşeler bükülüyor, yüzler sevimsizleşiyor, masa büyüyor, mekân küçülüyor, çatal, kaşık sesleri kulağımı tırmalıyordu. Her çıkıntı, her ses, bir ter damlası, iç titremesiydi vücudumda. Bir an hiçbir şey hissetmedim ayağa kalktığımda, hiçbir ses duymadım, "izninizle," dediğimde. Dışarıya kendimi nefes nefese zor attım.

Masadakiler, oradan ayrılmamı nahoş bakışlarla lokmaları arasından geçiştirdiler. "Sıkıldım," dedim dışarıda.

Bir şeyi adıyla anmak, o şeyin kişiyle ilişkisini kavramaya yardımcı oluyordu. Düşüncemin bir adı ve belirleyiciliği vardı ve bu kararımla kendimi tanıdığımı daha çok hissettim. Davranışıma bir ad koyduğuma göre, ne yapmam gerektiğine de karar vermeliydim. Evet, evet bu karmaşa ve saçmalık içerisinde son düşüncem olayların gidişatına uygun, mantıklı diyebileceğim belirgin bir aşamaydı.

Kendimi iyi hissetmediğim bu yerde, yüzeyselliği geride bırakmalıydım. Bunlar şu anda bu zaman dilimine ait geçerli ve benim için de doğru tavırlardı.

Kim geçmişinin ve geleceğinin daha iyi ya da daha kötü olacağını bilebilir ki...

Ruhumdan bir iz bırakacak, maddeye dökülmüş ama ruhumu çağrıştıracak şeyler vardı... Sanki elimin altındaki hazineyi yeniden keşfetmişim, değerini anlamışım gibi bir his duyuyordum. İçimden haykırışlar yükseldi: "Resim yap! Resim yap!"

Varoluşun/Yok oluşun çıkmazları ile gündelik yaşamın açmazları arasında nasıl denge kurabilirdim ki? 

Şeffaf bir tuval bezi düşledim: Görünen nesnel arka planın görüntüleri üzerine yaratıcı faaliyetlerimizle desenlenerek oluşmuş sanal bir katman. Ben ile dünya arasında bir gerçeklik yansıması, arka planın değerini artıran, kendi bilincimize doygunluk verip merakı sürekli besleyen yaşamsal bir kazanç. Verilen değer ve kazandırılan anlamla şeffaflığın sürekli arttığı ve şeffaf tuvalden yansıyanın varlık değerini aştığı, yeni bir boyut kazandığı aşkın bir ortam...

Düşünen insan kaygı duyar.

Aradan yarım saat geçmişti. İçeriden bir an Beethoven'in müziğini duyar gibi oldum. Birisi radyo ile oynuyordu. Hışırtılar ve ses karmaşası arasında müziği kaybolup gitti. Radyo ile oynayan her kimse, hızlı hızlı çevirdiği ibreyi bir daha geri getirmedi. Oysa bilmezdi ki radyonun, müziğin kimlerle, nasıl dostluğunu...

 Şakaklarım ve ellerim terden kayganlaşmıştı.  Derin bir nefes alarak, "Buradan gitmek istiyorum!" dedim mırıltıyla. Kendimi sürüklüyordum acı içinde yabancılığa ve yalancılığa karşı koymak adına. Elimden başka hiçbir şey de gelmiyordu.

Boş koridordan gelen seslerle irkildim. "Hâlâ burada mısın?" diye sordular.

"Güzel bir akşam," diye rahatlamış bir yüzle cevapladım. Kızlar duvarın dibindeki iskemlelere hemen yayıldılar ve ikisi sigaralarının dumanlarını, dingin havaya zevkle üflediler. Göz seviyemin biraz altında sıralanmışlardı. Ayrılma düşüncesi onlara karşı geliştireceğim dostluk görüntüsünü artırmıştı. Bir süre ilgilenir görünerek aralarındaki konuşmaları az sonra duymaz oldum. Yapmacık davranmak zorunda kaldığım için kendimden utanmadım da değil.

Kapı önünde yanan lamba, kuvvetli bir akşam rüzgârıyla yanıp söndü ve kızlardan ikisi sinyal verilmiş gibi, "biz içerideyiz," diyerek ayrıldılar. Ben de bir süre daha oturduktan sonra içeriye geçtim.

Odamdaki lambayı yaktığımda biraz içim ezildi. Kulağımın çınlamaları arasında yatağıma uzandım.

Sonrasını bilemiyordum ama yine yalnızdım. Boşluk duygusunda kaybolmamanın formülü var mıydı? Estetik dışavurumlar kendimi ifade biçimi olmalıydı. Tuvalin karmaşasını sonuçlarıyla önemsiyordum.

Yalnız olmadığıma karar verdim. Çünkü bilmekteydim ki beni bekleyen bir palet var. Kağıt ve kalem çıkarıp karalamaya başladım. Epey sonra lambayı kapatıp yattım. Yorgundu her bir parçam. Vantilatörün rüzgârına kapılarak yatağıma yayıldım. Rüyamda hafif esintiler arasında sevgilisine kur yapan bir blues gitaristi gördüm.

Sıcak ve soğuk terler birbirine karışmışken, gecenin bir vaktinde uyandım. Zamansız uyanmışlığın sersemliği ile başucumdaki pencereye zorlukla başımı çevirdim. Pencere yerli yerindeydi ve çerçevesinden yıldızlar taşıyordu. Bir süre sonra odanın ve eşyaların karanlıktaki yüksek grenli dokusu daha incelerek aydınlandığında, uyuşuk sessizliğin hâkimiyeti belirli belirsiz ayak sesleriyle bozuldu. Saate baktım, üçe geliyordu. Ses koridoru baştanbaşa kat ederken birisinin tuvalete gittiğini düşündüm.

İnsan uyanıkken sıcak daha kahrediciydi. Yatağın el değmemiş taze ve serin köşelerini arıyordum. Yaklaşık bir saat sonra sıcağına yapıştığım yatağımdan doğruldum ve yüzümü yıkamak üzere kapıya yöneldim. Biraz önceki ayak seslerinin sahibinin geri döndüğünü hissetmedim ama epey bir zaman geçmişti aradan. Kapıyı usulca aralayıp koridora adımımı attığımda, öbür odanın kapısındaki iki gölgeyle sahneyi paylaştım. Dışarıdan yansıyan ışık, bana doğru döndüklerinde onları seçebilmemi sağladı. Genç asistan, kadın şefimizin odasından çıkarken, memnun bir savma töreninin ortasına düşmüştüm. Sessiz ve karanlık uzun koridorda, yıldırımlarla uyandırılmış gibiydik. Cılız ama dehşetli sahne, içeriye çekilerek kapıyı özensiz kapatışım ile sona erdi. Hızlı hızlı geçen ayak sesi ve kapanan kapılarla gecenin aynılığına tekrar gömüldük.

Buz damlalarından terimle yatağa uzanarak, önsezilerimde haklı çıkmanın gururunu sıkılarak yaşadım. "Bela!" dedim olanlara. Yarın ki yüz ifadelerini merak ediyordum. İlişkilerinin sırrının sorumluluğu omuzlarıma binmişti. 

Sabah alanda şefe yaklaştığımda, kadının beyaz yüzü sabahın çiğliğinde berbat görünüyordu. Sakin ve abartısız davranmaya çalışırken suçlu çocuklar gibiydi. Ona yaklaştıkça yüzünü daha da çeviriyor, saklamaya çalışıyordu. Söyleyeceğimi söyledim: "Buradan ayrılmak istiyorum."

"Öyle mi! Tamam," diyebildi cümlemi benden önce tamamlayıp hoşnutluğunu açıktan beyan ederek.

Sinsi bir rahatlıkla söylemiştim gideceğimi. O da gitmemi bir an önce ister gibi rahat karşılamıştı. "Şehre gitmen için bir araç temin ederim," dedi. Beni, duyulmasından korktuğu şeyden kaçırıyordu elbette. Şef, hiçbir zaman olanları benimle konuşma cesaretini gösteremez, bu eziklikle hiçbir şey olmamış gibi davranmaya çalışarak dolaşır durur, birlikte işkence çekerdik.

"Hemen lütfen," dedim.

En tepeden, geniş alana yayılmış insanlara baktım. Kimileri orada burada dolanıyor, kimileri konuşuyor, kimileri de işleriyle uğraşıyorlardı. Bu insanların ne yaptıklarını hâlâ merak ediyordum. "Şef," dedim, "Burada ne yapıyorsunuz, bu insanlar burada ne yapıyor?" diye sordum. Şef hiç beklemeden ve düşünmeden, donuk bir ifadeyle cevap verdi: "Vakit geçiriyorlar, vakit geçiriyoruz."

Gözlerimi alana doğru çevirdim. Sonra, "Beni göndermenin sebebinin dün gece olmadığını biliyorum," dedim. Bir an göz göze geldik. "Öyle değil mi?"

Ne diyeceğini bilemedi, sonra. "Evet… Senin gitmen gerekiyor çünkü düzeni bozuyorsun," dedi.

Daha sonra ona hiçbir şey sormadım. O da can sıkıcı hiçbir yorumda bulunmadı.

Öğle üzeri yemek için eve gelindiğinde şişman bir şoför,  eşyalarımın hazır olup olmadığını sordu. Aç olmama aldırmadan odama gittim ve fotoğraf makinesi ile diğer eşyalarımı çantama yerleştirdim. Vantilatöre bir bakışla teşekkür ettim. Telâşsızca arabaya bindim. Giderken onlara "hoşça kal," dediğimi zor hatırlayabildim. Uzaklaştım ve oraları geride kaldı.

Çok konuşan şoförün radyosunu dinlemek hoşuma gitti. Bir kâğıt parçası çıkararak şunu yazdım: "Beyaz Küp'ü arayışın ilk resimleri..."

İçimdeki bir uyanıştı bu… Nasıl bir yolculuktu bu?

         "Düzeni bozuyorsun," demişti. 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

  BLOG İÇERİĞİ / LIST OF CONTENTS YAZILAR / ARTICLES -UZAKTAN (Deneme) -YAPAY ZEKÂ, PHOTOSHOP, MS WORD… (Makale) -SORULAR (Makale)   - K...