BEYAZ KÜP (ÖYKÜ)
Aslında herkes farklı ses çıkarır(dı)...
Ama aynı sesleri çıkarıyor, aynı şeylerden bahsediyorlar. Aynı şeylerin
peşinden koşmayı, düzeyli ve kaliteli bir yaşam için gerekli olduğu noktasında
anlaşıyorlar. Huzur ve mutluluk arayışı değilse bu ve çoğunluğun yaşam
biçimiyse hayatımız kocaman bir düzeysizlik çemberiyle çevrilmiş demektir.
................
Ne!
Dinginlik önemli bir zaman dilimidir; düşünülür...
Odam serin ve buradaki eşyaları seviyorum; kalemleri, fotoğraf makinelerini, karalanmış kâğıtları, kitapları, fotoğrafları, radyoyu, ıvır zıvır dolabını, vs, vs... Odanın dışındaki dünyaya ait şeylerin benimle ilgili varlıklar olup olmadıklarını bilemiyorum. Onlara yakın olmayı isteyip istemediğimi çözemiyorum. Ama emin olduğum bir şey var: Yoğun bir depresyon içindeyim.
Daha da anlamsızdır bazen her şey...
Kendi dünyama çekiliyorum. Anlam veremiyorum savrulan düşüncelerime. Hiçbir şeyi umursamaz, ilgisiz görünüşümün insanları aldattığını biliyorum. Sosyal olamayan birisiysen olayları izlemeyi tercih etmek üstelik katılamamaktan dolayı suçluluk duymak ne berbat şey. Gerçekler daha sert, çekilmez, düşsüz ve yıpratıcı niteliğe bürünüp dışa vuramıyor, yardım isteyemiyor sonuçta yalnız yaşamak zorunda kalıyorum. Daha kötü ne olabilir.
Yaşam... İnsanın karnını doyurma, kafasını avutma
telaşı değil de neydi? ...ki onlar doyduktan sonra yaşamlarını çok anlamlı ve
yeterli, kendilerini de değerli buluyorlar.
Doğru tanım bu mudur? Asıl olan bu mudur, yanlışsa çözüm yolu var mıdır?
Bazıları, diğer insanların yaşamını olabildiğince
anlamsızlaştırırken gizliden yücelme duygusuyla coşarlar ve bu onların yaşam enerjilerini
artırır.
İnsanlarda gizli ya da açık karşıdakini saf dışı etme hiç değilse kendi kulvarına girmesini engelleme (uzaklaştırma) dürtüsü vardır.
Peki, telde durmaya çalışan ağır bir kuş dengesinde
yaşadınız mı hiç?
Kaygılar yaşama nasıl da kuşku, endişe,
ağırlık ve huzursuzluk veriyor. Bitkinim ve zorlanmış hissediyorum. Herşey
boşlukta âdeta. Doğru dürüst cevaplara ulaşamıyorum; üstelik daha çok gencim.
Anlam karmaşası yaşamaktayım ne âlâ, ne âlâ... Yaşam bu kadar bıktırıcı
olamazdı, olmamalıydı. Aymaz değilim ve yıldıran bir dönemdeyim…
Acemice yapılmış binaların arasında küçük bir apartmanda, hiçbir zaman gün ışığını tam göremeyecek, yarı karanlık, hatta şu andaki ruh halimle kasvetli sayılabilecek odamdan dışarıyı seyrediyorum. Radyo usul usul çalıyor. Azıcık görünen dört yol ağzında top oynayan çocukların öğlen uykusuna yatmış miskinlere ninni gelen bağrışmaları arasında savuşup geçen gölgeleri seçebiliyorum.
Ve yolculuk...
Bir yerlere gittim ama emin değilim.
Sevimsiz, iğrenç,
uzun bir yolculuğun ardından araçtan inerken ben dönüş seremonisinin
çağrışımlarıyla alâkadardım. Beni nereye getirmişlerdi?
Çevrenin kuru
parlaklığından gözlerim kamaştı. Rengi yoktu, kirli beyaz siluetin renkleneceği
ümidiyle çevreme bir daha baktım. Hiçbir şey değişmedi. Bu kadar şaşkın olmama
da şaşırdım.
Tuhaf davranıyordum. Resimsel benzetmelere
başladım: Tuvalin, boya tutmayan nahoş bir boşluğuna geldiğimi zannettim. Güneş,
çıplak kentin renklerini gökyüzüyle beraber soldurmuştu sanki. Samimi renkler
aradım insanların yüzlerinde, eşyalarda, binalarda, havada, yerde, biraz
alışkanlıklarıma yakın, biraz yabancı olmayan renkler... Oysa toprak rengiyle
karışı soluk kahverengiliği baskınlığında gökkuşağından uzak hayatın tekdüzeliğinde
gördüm ve hissettim. O an ister istemez soyutladım kendimi ve insanların
kaçılası yabancılığından ayrılmak istedim. Beyaz tuvalde kahverengi lekelerin
arasına giren aykırı bir renk olarak algıladım kendimi. Varoluşum, duygularım, tişörtüm
sırıtıyordu sanki. Etrafımdaki kahverengiliğin öz rengime karışacağını tedirgin
bir ressamın titizliğiyle yaşadım. Lekelerin habersiz beraberliğinden oluşan
kompozisyonun ortasında tüm somutluğumla duruyordum; kaçamıyordum, oradaydım...
Tuvalin sessiz
köşelerinde yer alabilirdim. Bilinçaltı ve ruhsallığımın rengine bürünerek,
tuval üzerinde kendime has bir renk olabilirdim. Asıl rengimi bulduktan sonra
onu kaybetmeden, diğerleriyle karışmadan, karıştırılmadan var olmak istiyordum.
Kompozisyonu, dünyayı ve bulunduğum yeri değiştiremezdim. Renk kişiliğimi
parçalayıp, ayrıştırarak değiştirmeye ve mekâna hâkim olmaya çabalayabilirdim
ki bu delice bir şey olurdu. Oysa tüm renklerin gerçeğini görebilmek ve
kavrayabilmek için bütün bir kişiliğe ihtiyacım vardı.
Dakikalar
ilerlerlerken biraz duruldum.
Yarım saatlik yolculuktan sonra, "Köye geldik," dedi birisi.
Köye mi!.. Neresi burası, niçin geldik?..
Yanımda birkaç kişi
daha vardı; birisi bizi yönlendiriyor, gerektiğinde bizimle konuşuyordu.
Durumdan önsel bir fikir çıkarmam gerekirse, aynı yere aynı amaçla giden bir
ekip içerisindeydik. Herkes birbirine az buçuk tanıyormuş gibi davranıyordu. O
sebeple olsa gerek kimse nereye, niçin gittiğimize dair bizi yönlendiren adama
bir şey sormuyordu. Ben de onların düşüncelerini paylaşıyordum tabii ki.
İnsanlar bize selam
veriyor, hoş geldiniz diyorlardı. Açık bir alana geldik. Coca-cola afişi
asılmış bir evin duvarına yaslanarak birer şişe Pepsi içtik. Tadı farklı geldi
bana sanki.
Köy, ilk bakışta, beş
yüz yıl öncesinin dekoruyla piyese hazırlanmış bir sahne gibiydi; duvarlar,
çizgiler, giysiler hatta insanların bizlere bakışları, yanık tenleri bile
dekora uygundu. Uzaysal bir mekân değişikliğinin şaşkınlığı yoktu ama bu
sahneyi izlemeye gelen bir seyircinin yabancılığı vardı üzerimde. Oysa sahne
gerçekti ve biz de bu oyuna öyle ya da böyle katılmıştık.
Köyün dışına doğru
İlerlemeye devam ederken, duyduğum heyecan uykusuzluğumu bastırıyordu.
Birisinin "Ev işte orada," dediğini duydum. Önce küçük bir kulübe
gibi görünmesine rağmen yanına varınca gördük ki aslında büyükçe bir bina ve
karşısında ufak bir ek bina daha var. Binaların ötesinde sessiz ve geniş ova,
sonsuzluk hissiyle uzanıyordu. Sonradan öğrendim ki, zamanında öğretmen evi
olarak yapılmış ama sayısı hiçbir zaman ikiyi geçmeyen öğretmenler şehirde
oturmayı ve her gün köye gelip gitmeyi, bu ruhsuz binada kalmaya tercih
etmişler.
"Biz niçin
buradayız?" diye önde yürüyen kadına sordum.
"Görevlisiniz."
"Ne görevi?"
Cevap alamadım.
Birisi "bismillah"
diyerek evin kapısını açtı. Bütün gün sıcaktan kavrulmuş hava yüzümüze tokat
gibi çarptı. Mekânı öylesine tanıma amaçlı dolaştık. Soluklanmak için bir odaya
istiflenmiş sandalyelerden getirdik kapı önüne. Bize yardımcı olan köylülerden
birisi sırıtarak, "Bizden kız almak kolay değil" dedi. Herkes bir an
adama baktı ama kime, ne imâ ettiğini anlayamadı. Hiç kimse bu söyleneni garip
karşılamamış, üzerine alınmamış, sesini çıkarmamıştı. Şimdiye değin her şey
zaten karmakarışık hem de ilginçtir ki yolunda görünüyordu.
Gece oldu, sabah
oldu... Sonraki bir kaç gün bir şeyleri yoluna koyarak, dosyaları düzenleyerek,
binada küçük onarımlar yaparak geçti. Ama amacımızı çıkaramadım, işimizin adını
tam koyamadım. Kimse belli bir işten bahsetmiyordu. Kâh mürekkepli kalemlerle
bir şeyler çiziyorduk, kâh yemek yiyorduk, kâh evin önündeki yabancı otları
yoluyorduk.
İdareci kadın
işimizin bu olduğunu söylüyordu yalnızca. Dört kişiydik: Baştan beri bizi
talimatlarıyla yönlendiren orta yaşlı, sert yüzlü, erkeksi bir konuşma tarzı olan
kadın ile onunla daha önce tanışık hatta birbirlerinin huylarını kanıksamış
genç asistanı, ben ve aynı okul sıralarını paylaştığım ama sadece yüzünün
tanıdık gelmesi dışında kendisini tanımadığım arkadaşım bulunuyordu.
Akşamüzeri idareci,
üç kızın yakında ekibe katılacağını söyledi. Cümlesini bitirince yüzümüzde
erkeksi hoşnutluklar umarak bizi süzdü. Sürpriz bir haberdi aslında bu, kimse
kızların geleceğinden daha önce bahsetmemişti. Arkadaşımın sıradan, ilgisiz bir
ifade yüklenmeye çalışması, bu işten çok keyif alacak yüzünü belli ediyordu.
Şefin (kadın kendisine öyle denilmesini söyledi) oradan ayrılmasıyla, "yaşadık!"
diyerek omzuma vurdu. "Ne zaman acaba?" diye de kendi kendine
mırıldandı. "Bu işte birlikteyiz," der gibi samimiyet kurmaya
çalıştığını fark ettim.
Kızların geleceği
haberi benim burada bulunup bulunmama isteğimde bir değişiklik yapacak mıydı
emin değildim. Fazla utangaç değildim ama çevreye olan ilgisizliğim onlara da
yansıyacaktı. Bazı huylarım hiç hoşuma gitmiyordu. Kızların çok güzel
olabileceği, samimi arkadaşlıklar kurup keyifli ve eşsiz zamanlar
geçirebileceğim düşüncesini ise hiç aklıma getirmiyordum.
Akşam olmuş, dinlenme
faslımız başlamıştı. Uçuşan bulutlara yorgun bedenimi bırakasım geldi. Herşey
öyle sessizdi ki…
Kendime sorular
sordum: "Günün keyifli miydi, zevk aldın mı ve önemlisi burada ne işin
var? Birileri zorla mı getirdi yoksa kendi isteğinle mi geldin?"
Sorularımı yanıtlamadım ama derin bir huzursuzluk ve boşluğun beni beklediğini
hissedebiliyordum.
Ne yaptığımızı, ne için uğraştığımızı, didindiğimizi pek çıkaramıyor ama olayların akışına kapılmaktan da kendimi alıkoyamıyordum. Hatta bazen yapılan şeyler çok anlamlıymış gibi de görünüyordu.
Bir akşam:
Buğday ve pamuk
tarlalarından dönen köylülerin yere bıraktıkları dirgen, yaba, tırpan tangırtıları,
ıslıklar, kişnemeler, havlamalar, oyuna dalan çocukların bağrışmaları, bazen
geçen motorların sesleri uzaktan bizlere kadar yankılanıyordu.
Ben şimdi buradaydım.
Alışkanlıklar elde edebilirdim ama gerçekten kendimi getirip getirmediğime
karar veremedim. Şehirde de huzursuzdum ve bunlar öyleyse kendimi bir yerlerde
arayışlarımdı... Akşam karanlığında günü aydınlatacak soru geldi: "Neden?" Çok derin ve rahatsız edici bir soru.
Kapı önünde sivrisinek istilasına uğradık. Bacaklarımda ısırılmadık yer kalmadı. Dinmek bilmez kaşıntıları her yanıma yayılırken bu tatlı bıktırıcılık içerisinde bir yandan da ufuktaki bulutları izlemekteydim. Yavaşça gökyüzü maviden griye erimeye başlıyor, turuncular, sarılar, morlar gizemli tonlarla birbirlerine karışarak kayboluyorlardı. Koyulaşan gökyüzünü beyaz bulutlar eridikçe durultarak rengini açacak zannederken karanlık daha da artıyordu. Ah, ruh halimin yansımaları. Uyumsuzluk mu, ayrılık acısı mı? Kimden ayrıldım da acı çekiyordum ki; alışkanlıklarımdan, odamdan, radyomdan, yatağımdan, resim kalemlerinden mi? Hepsinden de ayrışan şu oldu: "Resim kalemleri."
Ben ressam ruhlu muydum yoksa kendini sanatçı duyarlılığı hezeyanına kaptırmış aptal bir fani mi?
Şefin tok sesiyle
irkildim. Yemeğe çağırıyordu; makarna ile köy ekmeği yenecekti. Aşçımız yaşlı
bir köylüydü ve bütün şehirlilerin makarnayı sevdiğine inanan birisiydi.
Tabağıma konan her
şeyi silip süpürdüm. Sabahtan beri doğru dürüst bir şey yememiştim, daha
doğrusu canım istememişti. Makarnada fena olmamıştı hani.
Hava kararmıştı. Yemek
sonrası rehavetimizi yine tahta sandalye çekecekti ki, köyün açıklarına doğru
gökyüzünü kaplamış koyuluk, rahatsız edici cızırtılarla kalkmamıza neden oldu.
Baktığımız yönde ufuk yitirilmiş, tatlı alacalık yutulmuştu sanki. Seçilesi
tatlı yıldızlar yerlerinde yoktu. Köylülerden biri toz fırtınası olduğunu
söylerken karanlık büyüyor, zayıf ışıltıları da altına alarak üzerimize
geliyordu. Koyu karanlık, hafif laciverti emerken, "Her tarafı kapatın, bu
gece dışarı çıkmayın!" diyerek telâşlandı köylü. Şefte aynı heyecan
içerisinde, "haydi çabuk!" diyerek tedbir almaya zorladı herkesi. Dış
kapı kapatılarak içeri girildi ve her oda, her pencere kontrol edildi, açık
yerler kapatıldı. Üstelik olayın savuşturulabilir olmasından dolayı da yaşanan
telaş hoşuma gitmedi değil. Köylülerden biri yine, "Bizden kız almak kolay
değil," diye bağırdı. Bana baktığını hissettim bir anda keyfim kaçtı.
Burada bir "eş" aradığıma dair yersiz düşünce zihnimden yıldırım
hızıyla gelip geçti.
Ürperten ve her tarafı allak bullak eden bir rüzgâr
bastırdı aniden. Az sonra pencere ve duvarlara, görünmeyen kum zerreleri
uğultulu bir hışırtıyla çarpmaya başladı. Bir güç tarafından sarıldığımızı
hissediyorduk. Çok geçmeden karşıdaki küçük binanın kapısında yanan lamba,
binanın koyu siluetiyle birlikte bulanmaya, dalga dalga solmaya başladı. Uğultu
giderek artıyor, görebildiğimiz ayrıntıları ve her tarafı toz değil, sanki
siyah, kopkoyu bir sıvı kaplıyordu. Camın ötesinde olup biteni, görüneni bir anda
silip süpürmüştü. Okyanusun dondurucu derinliklerinden çıkan bu karartıyla çok
geçmeden yankısız bir yalnızlığa gömüldük.
Dışarıda hiçbir
gerçeklik kalmamıştı, burada bulunmamızdan başka... Ne akşam, ne renk, ne
sabahın beklentisi (ah karamsarlık)... Sadece anılar ve beklentiler ortasında öylece
yapayalnız...
Pencereden bakarken,
karanlığın kendisi de bir renk olmaktan çıkmıştı. Gözlerimin önüne bir perde
inmişti sanki. Ama aniden bir parlama oldu ve karanlığın ortasında büyük bir
'Beyaz küp' adeta çakarak belirdi. Beni ürkütmeden göz önüme konmuştu. Hiçbir
şey ile her şey arasında, sadece iç görüyle, sezgiyle anlam olacak bir şey.
Gerçeğin kendisi kadar yalın ve yakın ama ulaşılması zor mesafelerin aşılması
ile anlam bütünlüğünde ancak aydınlanabilecek, kör gözlerimizin önündeki gerçek.
Gözlerimizle asla göremeyeceğimiz ama onun orada olduğunu hissedebileceğimiz,
zihnimizin ve duyarlığımızın aydınlığında, bilgiyle, incelikle ortaya çıkartılacak
o sonsuz an… O donuk, kahredici karanlığa hükmeden içimizdeki ışık... Bakış
açılarımızı değiştirerek başka boyutları fark etmeyi denerken kendi boyutumuzun
ilmeklerini yakalayabilme arzusu ile...
"Beyaz küpü
göremiyorsak bizim onu algılayamamış olmamız sebebiyledir, aklımızla çeliştiği
için değil," diye düşünürken beni seyreden bir başkasını endişelendirecek
davranışlar içerisinde olduğumu hissettim ama sonra boş verdim. Beyaz Küp'ü
neden daha önce görememiştim. O anda içeriden gelen cılız ışıkla pencereden
yansıyanı gördüm. Karanlığın içinde karşı karşıyaydık.
Belki de beyaz
zannettiğimiz tuval siyah renkte olmalıydı ve asıl olan bu başkalığı
yakalayabilmekti. Bu başkalık, kimsenin fark edemediği kadar yalın ama
umulmadık, düşünülmedik temel bir katman olarak değişimi yaratabilirdi.
Aranılanı bulamamak!
Aranılanı bulmanın olanak dışı olduğunun bilincinde olsa bile insan, aradığını bulamaz ama aramaktan da vazgeçemezdi yine… Yaşamın meşgalesi, çekiciliği ve gizemi burada saklı değil miydi zaten? Evet, evet!
Yarınların güzel olacağını düşünmek...
O anda karanlığa
çıkıp doğmayı hissetmek istedim. Beyaz Küp'ü görebildiğim için bağırmak, hınca
hınç bağırmak istiyordum. Yorulmuştum. Ne kadar zaman geçtiğinin farkında
değildim.
Dışarıda hiçbir şey
gözükmüyor, hışırtılı rüzgâr hafif uğultularla devam ediyordu. Bitkindim...
Sarmal, yaldızlı bir bulutsuya daldım. İçinde gezindiğimiz evreni düşünüyordum.
Yaldızlı bir fırçanın, gizemli karanlığa sürdüğü rengârenk parıltıları
arasındaydım. Birisi resim yapmıştı: Yıldızlar, gezegenler, evrenler, bizlerle
birlikte bu kompozisyonun birer parıltıları, renkleri, düşünce biçimleriydik.
Fark edemediğimiz detaylarla, çok boyutlu uzayın (tuvalin) bütününü göremiyor,
düşleyemiyorduk ki olan biteni anlayalım. Karmaşık ve aşkın uzayın, nasılını bilebilsek
de, nedeninde ayırt edilmeyi bekleyen bir karmaşa ve gereklilik vardı. Düzenli,
düzensiz, dönen, çarpan, sevişen, doğan, canlı, cansız, ölümlü, sonsuz bir
kompozisyon içerisinde uçuyordum.
Sabah göz kapaklarımı
ısıran güneşin zoruyla uyandım. Bir ara kalkmamayı düşündüm. Hiçbir şey olmamış
gibi davranmak ne de zordu. Kapı, "tık tık" etti. Şef "tamam"
dedi. "Tamam" dedim ben de. "Kıyafetlerinizi hazırlayın"
diye bir ses daha duyuldu. "Hangi kıyafetlerimiz?" diye karşılık
verdim. Ses gelmedi. Tonlarca ağırlıktaki gecenin altından kalkıyordum sanki.
Gözlerim yanıyordu. Bacaklarımı yataktan aşağıya sarkıttım, ayağımı yere
bastım. Kafamı sonra da vücudumu kaldırarak bacaklarımın üstüne koydum ve
doğruldum.
Kahvaltı sırasında "Yaptığın
çok saçmaydı," dedi Şef. "Bir şişe bira ile bu hale geleceğini
bilseydik..."
Fırtına sırasında kapıyı
açıp, dışarı çıkmış, bağırıp çağırmışım; beyaz bir küpten, buraya niçin
geldiğimizden, onların kim olduğundan, siyah tuvalden ve daha birçok şeyden
bahsetmişim. Karanlığa resim yapmaya kalkmışım yani çok tuhaf ve endişe verici
davranmışım. Beni zorla içeri alıp odama zar zor götürmüşler.
Defalarca özür
diledim. Şef ekledi: "Böyle bir şeyin tekrarlanmayacağı sözünü verirsen rapor
etmeyeceğim.”
Köylülerin eşliğinde
şefle birlikte bizi köyün epey uzağındaki bir yere yürüdük. Başka insanlarda
görüyorduk aynı yöne giden; yeni kıyafetler giymişlerdi, genç kızlardan kolonya
kokuları bile geliyordu. Galiba bir törene gidiyorduk. İnsanlarda mutlu ve sıra
dışı bir telaş vardı. Yolu kenarındaki büyükçe bir ağacın alt dalları renk renk
bez parçalarıyla süslenmişti. Geniş ama yükseltisi az bir tepeye doğru
ilerledik. Tepenin arkasına doğru geçince bozkırın ortasında uzaysal bir nesne
gibi konumlanmış düğün çadırını gördük.
Çadırın çevresinde kimileri
sakince oturuyor, kimileri kadınlı erkekli koşturuyor, konuşuyor; kimileri
halay çekiyor, kimileri havaya ateş ediyordu.
Orta yaşlı şefim ile
kesinlikle samimiyet kuramamıştım.
"Bunların bir
anlamı var mı?" diyerek çadırı işaret ettim.
Şef, "Bu
sorulacak soru mu?" dercesine yüzünü ekşiterek baktı bir an.
"Niçin
buradayız?" diye üsteledim.
"Sen niye
olaylara herkes gibi kendini kaptırmıyorsun?" diyerek yanımdan ayrıldı.
Arkadaşım yanıma
geldi ve kafasını eğerek fısıldadı: "Bugün kızlar geliyor... üç tane hem
de..." dedi sabırsız ve beklentilerle coşmuş sesiyle.
"Bugün mü?
İyi..." diyebildim. 'Üç kişi' değil de 'Üç tane' demişti. Onu çözmeye
başlamıştım.
Gün boyunca elimizde
metrelerle ölçümler yaptık, krokiler çizdik.Sıcaktan perişan olmuş bir halde
akşam döndüğümüzde kızlar çoktan gelmiş, evin önündeki gölgelikte
soluklanıyorlardı.
Önsel olarak büyük hayal kırıklığına uğradım.
Üçü de çirkin sayılırdı ve gözüme ilk anda çarpması gereken aradığım kişi
aralarında da yoktu. Onları tanıdıkça geçen zaman içinde hoşlanabileceğimi
düşündüm. Şef ve diğerleri çocukça sevinçleriyle ortalıkta bir süre dolanıp
durdular. Sanki çok işleri varmış da, soluklanacak vakitleri yokmuş gibi ne
yaptıklarını tam bilemez haldeydiler. Kendimi tanıştırdım. Yeni tanışmışlığın
ve yabancılığın ilk bir kaç kelimesini konuştuktan bir süre sonra kızlar
odalarına çekildiler.
Onları tanımıyor
olsam da iyi ve mütevazi kızlara benziyorlardı.
İçeriden küçük bir
resim kâğıt parçası aldım ve kapı önüne çıktım.
Bir grup köylü, karşı
binanın köşesinde kendi aralarında konuşuyorlarken onlara doğru yaklaştım.
Birisi "hoş geldin" dedikten sonra, ölçüsüz samimiyeti ile hiç
ummayacağım şeyi yüzüme vurarak sordu: "Siz çok dalgın ve düşüncelisiniz,
neyi düşünüyorsunuz günlerden beri?"
"Ben mi?"
diye isteksiz ama yumuşak bir tavırla sordum. Cevap vermediler.
Sıradan ve hiç
tanımadığım bir insandan böyle bir soru cesaretini bekleyemezdim. Gözlemine
şaşırsam da sorulmasını da istemezdim. Benim tabiatım, demek istedim bir kaç
kelimenin arkasına sığınarak. Anlık kelime arayışımın ardından, köylü kendi basit
fikrini muhteşem sorusuna ekledi: "Düşünme bir kızı bu kadar... Hepsi
aynı." Anlamsızca gülümsemişim. "Değmez, değmez," diye
tekrarladı. Yüzümdeki amaçsızlık yine bir şeyler söylememe fırsat vermedi. "İki
tane hanımım var... Farkları kalmadı," diye tamamladı sözlerini.
"Öyle mi?"
diyebildim. Adam kafa sallarken asıl soruyu ben sordum: "Siz ve biz neden
buradayız?"
"Biz bilmeyiz
öyle şeyleri," dedi ekâbir sorgucu. Hiç konuşmayanı ise, anlamsızca yüzüme
baktı.
"Peki,"
dedim.
Ovayı saran akşam
turunculuğu yüzleri okşarken, geldiğim gibi sessiz ve çözümsüz güneşin battığı
yöne doğru uzaklaştım. Hiçbir şey olmamış, arada böyle bir konuşma geçmemiş
gibi köylüler kaldıkları yerden sohbetlerine devam ettiler. En hararetle
konuşan ise biraz önce hiç lafa karışmayandı.
Kızgın güneşin soluk yuvarlağı ufkun ardına kaydı.
Hemen her kadın dertlidir aslında.
Zihnimdeki bu
cümleyle birlikte güneş son damlasını da ufkun arkasına damlattı ve yalnızlığım
daha da arttı. Onlar köyün ıssız sokaklarında yalnızlığı bilmezken, kendimi
evrenin kalabalığında biçare hissediyordum. Bir titreme gelirken içime kâğıda
bir şeyler karalama isteği duydum.
Geriye döndüğümde köylülerin
hâlâ orada olduklarını gördüm. Yanlarından geçerken, "Değmez, değmez!"
diye dudak bükerek tekrarladı söze karışan. Umursamaz tavrındaki ses tonu beni
hissizleştirdi. Derken şefin sesi duyuldu, "Haydi yemek!" Şımarık,
tiz, rahatsız edici bir sesti.
Küçük yemek odasında
şefim, her zamankinden daha neşeliydi. Kızlar ise sanki buraya daha önce gelmişler
gibi pişkin ve aşırı görünüyorlardı şimdi. Onları izlerken, tanınmadıkları,
içlerine inilmediği sürece benzer olduklarını düşündüm. Ama bir insan kolayca
nasıl tanınırdı, ilk anlarda adını bilebilmekten başka... İnsanlar ters
anlamlar içerisinde, bambaşka kişiliklerde, kendinden uzak çevresinde kabuğunu
kurmuşken. Oysa masanın başındakiler birbirlerinin kişiliklerini, örtük tutkularını
bilirmiş, tanırmış edasıyla davranıyorlardı. Birbirleri gibi hissettiklerinde, aynı
davranış biçimini benimsediklerinde onlar için sorun yoktu. Yoksa bütün bunlar
sosyal beceriksizliğimin ve uyumsuzluğumun kılıfı mıydı? Nedense kızların bana
karşı az da olsa mesafelerini hissettim.
"Daha önce kaç
defa buraya gelmiştiniz? " diye esmer kıza sordum.
"Hiç..."
Cümlesini tamamlamadan diğer tarafında oturan kıza çabuk çabuk bir şeyler
anlatmaya başladı. Esmer kız, diğerlerinin yanında daha düzgün bir yüze ve
vücuda sahipti. Adlarını henüz tam öğrenememiştim. İkisinin ismi birbirine
yakın olduğundan karıştırıyordum.
Şefin, genç asistanı
ile konuşurken aralarında gizli beden dili olduğunu o anda sezdim. Biz yemeğe
başlarken onlar hala manalı bakışlarla bir şeyler anlatıyorlardı. Şefin evli
olduğunu duymuştum.
Pencerede bir karaltı
farkedildi. "Satılık mı?" diye sordu derbeder görünümlü yaşlı bir adam
şefe bakarak.
Şef, "Hepsi
benim," diye karşılık verdi.
Adam kahkahalar
atarak pencereden uzaklaştı. Sonra yine geldi. "Ben tadına baktım,"
dedi sırıtarak.
"Kim o?"
diye sordum.
"Bir figüran,
bir biçare" diye cevapladı Şef. Herkes yemeğine devam etti.
İlk tabaklar bittiğinde
bir an başım döndü sonra hepten dönmeye başladı. Orada olmaktan gitgide
uzaklaştıran heyecan ve panik dalgasıyla sarılmaya başladım. Sahneler gitgide
hızlandı; saç modellerine, tokalara, ekmek kırıntılarına, masa örtüsünün desenine,
duvarlara, göğüslere, tabağımdaki yemeğin duruşuna hiçbir anlam yüklemeden bakıyor,
hızlı hızlı geçiyordum. Gitgide renkler karışıyor, köşeler bükülüyor, yüzler sevimsizleşiyor,
masa büyüyor, mekân küçülüyor, çatal, kaşık sesleri kulağımı tırmalıyordu. Her
çıkıntı, her ses, bir ter damlası, iç titremesiydi vücudumda. Bir an hiçbir şey
hissetmedim ayağa kalktığımda, hiçbir ses duymadım, "izninizle,"
dediğimde. Dışarıya kendimi nefes nefese zor attım.
Masadakiler, oradan
ayrılmamı nahoş bakışlarla lokmaları arasından geçiştirdiler. "Sıkıldım,"
dedim dışarıda.
Bir şeyi adıyla
anmak, o şeyin kişiyle ilişkisini kavramaya yardımcı oluyordu. Düşüncemin bir
adı ve belirleyiciliği vardı ve bu kararımla kendimi tanıdığımı daha çok
hissettim. Davranışıma bir ad koyduğuma göre, ne yapmam gerektiğine de karar
vermeliydim. Evet, evet bu karmaşa ve saçmalık içerisinde son düşüncem
olayların gidişatına uygun, mantıklı diyebileceğim belirgin bir aşamaydı.
Kendimi iyi
hissetmediğim bu yerde, yüzeyselliği geride bırakmalıydım. Bunlar şu anda bu
zaman dilimine ait geçerli ve benim için de doğru tavırlardı.
Kim geçmişinin ve
geleceğinin daha iyi ya da daha kötü olacağını bilebilir ki...
Ruhumdan bir iz bırakacak, maddeye dökülmüş ama ruhumu çağrıştıracak şeyler vardı... Sanki elimin altındaki hazineyi yeniden keşfetmişim, değerini anlamışım gibi bir his duyuyordum. İçimden haykırışlar yükseldi: "Resim yap! Resim yap!"
Varoluşun/Yok oluşun çıkmazları ile gündelik yaşamın açmazları arasında nasıl denge kurabilirdim ki?
Şeffaf bir tuval bezi düşledim: Görünen nesnel arka planın görüntüleri üzerine yaratıcı faaliyetlerimizle desenlenerek oluşmuş sanal bir katman. Ben ile dünya arasında bir gerçeklik yansıması, arka planın değerini artıran, kendi bilincimize doygunluk verip merakı sürekli besleyen yaşamsal bir kazanç. Verilen değer ve kazandırılan anlamla şeffaflığın sürekli arttığı ve şeffaf tuvalden yansıyanın varlık değerini aştığı, yeni bir boyut kazandığı aşkın bir ortam...
Düşünen insan kaygı duyar.
Aradan yarım saat
geçmişti. İçeriden bir an Beethoven'in müziğini duyar gibi oldum. Birisi radyo
ile oynuyordu. Hışırtılar ve ses karmaşası arasında müziği kaybolup gitti.
Radyo ile oynayan her kimse, hızlı hızlı çevirdiği ibreyi bir daha geri
getirmedi. Oysa bilmezdi ki radyonun, müziğin kimlerle, nasıl dostluğunu...
Şakaklarım ve ellerim terden
kayganlaşmıştı. Derin bir nefes alarak, "Buradan
gitmek istiyorum!" dedim mırıltıyla. Kendimi sürüklüyordum acı içinde yabancılığa
ve yalancılığa karşı koymak adına. Elimden başka hiçbir şey de gelmiyordu.
Boş koridordan gelen
seslerle irkildim. "Hâlâ burada mısın?" diye sordular.
"Güzel bir akşam," diye rahatlamış
bir yüzle cevapladım. Kızlar duvarın dibindeki iskemlelere hemen yayıldılar ve ikisi
sigaralarının dumanlarını, dingin havaya zevkle üflediler. Göz seviyemin biraz
altında sıralanmışlardı. Ayrılma düşüncesi onlara karşı geliştireceğim dostluk
görüntüsünü artırmıştı. Bir süre ilgilenir görünerek aralarındaki konuşmaları
az sonra duymaz oldum. Yapmacık davranmak zorunda kaldığım için kendimden
utanmadım da değil.
Kapı önünde yanan
lamba, kuvvetli bir akşam rüzgârıyla yanıp söndü ve kızlardan ikisi sinyal
verilmiş gibi, "biz içerideyiz," diyerek ayrıldılar. Ben de bir süre
daha oturduktan sonra içeriye geçtim.
Odamdaki lambayı
yaktığımda biraz içim ezildi. Kulağımın çınlamaları arasında yatağıma uzandım.
Sonrasını
bilemiyordum ama yine yalnızdım. Boşluk duygusunda kaybolmamanın formülü var
mıydı? Estetik dışavurumlar kendimi ifade biçimi olmalıydı. Tuvalin karmaşasını
sonuçlarıyla önemsiyordum.
Yalnız olmadığıma
karar verdim. Çünkü bilmekteydim ki beni bekleyen bir palet var. Kağıt ve kalem
çıkarıp karalamaya başladım. Epey sonra lambayı kapatıp yattım. Yorgundu her
bir parçam. Vantilatörün rüzgârına kapılarak yatağıma yayıldım. Rüyamda hafif
esintiler arasında sevgilisine kur yapan bir blues gitaristi gördüm.
Sıcak ve soğuk terler
birbirine karışmışken, gecenin bir vaktinde uyandım. Zamansız uyanmışlığın
sersemliği ile başucumdaki pencereye zorlukla başımı çevirdim. Pencere yerli
yerindeydi ve çerçevesinden yıldızlar taşıyordu. Bir süre sonra odanın ve
eşyaların karanlıktaki yüksek grenli dokusu daha incelerek aydınlandığında,
uyuşuk sessizliğin hâkimiyeti belirli belirsiz ayak sesleriyle bozuldu. Saate
baktım, üçe geliyordu. Ses koridoru baştanbaşa kat ederken birisinin tuvalete
gittiğini düşündüm.
İnsan uyanıkken sıcak
daha kahrediciydi. Yatağın el değmemiş taze ve serin köşelerini arıyordum.
Yaklaşık bir saat sonra sıcağına yapıştığım yatağımdan doğruldum ve yüzümü yıkamak
üzere kapıya yöneldim. Biraz önceki ayak seslerinin sahibinin geri döndüğünü
hissetmedim ama epey bir zaman geçmişti aradan. Kapıyı usulca aralayıp koridora
adımımı attığımda, öbür odanın kapısındaki iki gölgeyle sahneyi paylaştım.
Dışarıdan yansıyan ışık, bana doğru döndüklerinde onları seçebilmemi sağladı.
Genç asistan, kadın şefimizin odasından çıkarken, memnun bir savma töreninin
ortasına düşmüştüm. Sessiz ve karanlık uzun koridorda, yıldırımlarla
uyandırılmış gibiydik. Cılız ama dehşetli sahne, içeriye çekilerek kapıyı
özensiz kapatışım ile sona erdi. Hızlı hızlı geçen ayak sesi ve kapanan kapılarla
gecenin aynılığına tekrar gömüldük.
Buz damlalarından terimle yatağa uzanarak, önsezilerimde haklı çıkmanın gururunu sıkılarak yaşadım. "Bela!" dedim olanlara. Yarın ki yüz ifadelerini merak ediyordum. İlişkilerinin sırrının sorumluluğu omuzlarıma binmişti.
Sabah alanda şefe
yaklaştığımda, kadının beyaz yüzü sabahın çiğliğinde berbat görünüyordu. Sakin
ve abartısız davranmaya çalışırken suçlu çocuklar gibiydi. Ona yaklaştıkça
yüzünü daha da çeviriyor, saklamaya çalışıyordu. Söyleyeceğimi söyledim: "Buradan
ayrılmak istiyorum."
"Öyle mi! Tamam,"
diyebildi cümlemi benden önce tamamlayıp hoşnutluğunu açıktan beyan ederek.
Sinsi bir rahatlıkla
söylemiştim gideceğimi. O da gitmemi bir an önce ister gibi rahat karşılamıştı.
"Şehre gitmen için bir araç temin ederim," dedi. Beni, duyulmasından
korktuğu şeyden kaçırıyordu elbette. Şef, hiçbir zaman olanları benimle konuşma
cesaretini gösteremez, bu eziklikle hiçbir şey olmamış gibi davranmaya
çalışarak dolaşır durur, birlikte işkence çekerdik.
"Hemen lütfen,"
dedim.
En tepeden, geniş
alana yayılmış insanlara baktım. Kimileri orada burada dolanıyor, kimileri
konuşuyor, kimileri de işleriyle uğraşıyorlardı. Bu insanların ne yaptıklarını
hâlâ merak ediyordum. "Şef," dedim, "Burada ne yapıyorsunuz, bu
insanlar burada ne yapıyor?" diye sordum. Şef hiç beklemeden ve
düşünmeden, donuk bir ifadeyle cevap verdi: "Vakit geçiriyorlar, vakit
geçiriyoruz."
Gözlerimi alana doğru
çevirdim. Sonra, "Beni göndermenin sebebinin dün gece olmadığını
biliyorum," dedim. Bir an göz göze geldik. "Öyle değil mi?"
Ne diyeceğini bilemedi,
sonra. "Evet… Senin gitmen gerekiyor çünkü düzeni bozuyorsun," dedi.
Daha sonra ona hiçbir
şey sormadım. O da can sıkıcı hiçbir yorumda bulunmadı.
Öğle üzeri yemek için
eve gelindiğinde şişman bir şoför,
eşyalarımın hazır olup olmadığını sordu. Aç olmama aldırmadan odama
gittim ve fotoğraf makinesi ile diğer eşyalarımı çantama yerleştirdim. Vantilatöre
bir bakışla teşekkür ettim. Telâşsızca arabaya bindim. Giderken onlara "hoşça
kal," dediğimi zor hatırlayabildim. Uzaklaştım ve oraları geride kaldı.
Çok konuşan şoförün
radyosunu dinlemek hoşuma gitti. Bir kâğıt parçası çıkararak şunu yazdım: "Beyaz
Küp'ü arayışın ilk resimleri..."
İçimdeki bir uyanıştı
bu… Nasıl bir yolculuktu bu?
Yorumlar
Yorum Gönder