4 Ocak 2023 Çarşamba

         KIRLANGIÇLAR (ÖYKÜ)

Sürgünde geçmiş uzun yıllardan sonra umutla yeni bir başlangıca yürüyormuş gibi hissettim uzun yokuşu ağır ağır çıkarken. Buraları bambaşka bir yer olmuş, çok değişmişti ama yine de bazı görsel ayrıntılar çok gerilerde kalmış kırıntılarıyla eşleşmeye, tanıdık gelmeye, silik de olsa eskiyi canlandırmaya başlamıştı. Zamanın, önce ile şimdi arasında gitgide birbirinden uzaklaşan, yabancılaşan iki ucu büyük bir özlem içerisinde birbirine bağlanarak, örtüşmekte ve bütünleşmekteydi.

Kırkbeş yıl olmuş muydu, bu yokuşu çıkmayalı? Olmuştu! Zaman, bıktırıcı katmanlarıyla artık hiç ulaşamayacağımı düşündüğüm şu anı acımasızca örtmüş, ötelemiş, karanlık bir kenarda yıllarca huzursuzluk içerisinde sessiz sedasız bekletmiş ve bana tarifsiz acılar yaşatmıştı. Her adımımda kavuşma anına gitgide yaklaştıkça zihnim adeta doğaüstü yetenekle dağınıklıktan ve karanlıktan kurtulup yavaşça ama güçlü biçimde film şeridi düzeniyle geçmişi işliyordu. Öyle anlamlıydı ki eski evime, yuvama gidiyor oluşum.

Hava sabahın şu erken saatlerinde adeta buz kesiyordu ki, böyle bir soğuğa epeydir rastlamamıştım. Kuytularda daha çok biriken kar, bahçe duvarlarının dip çatlaklarından sızan sularla yer yer aşınmış olsa da yine de kolayca çözülmeyecek kadar donuk ve kütleliydi. Adım atmak zorlu görünse de ben hiçbir şarta aldırmadan adeta kayarcasına yokuşu çıkmaktaydım. Ortalıkta kimseler görünmüyordu, uzaklardan ara sıra gelen kalın sesli bir köpeğin havlamasının haricinde her şey çok sessiz ve yankısızdı.

Kanatlı bahçe kapısından pek çok imge ve düşünce arasında giriyorum, bana, bize ve buraya ait imgeler… Bahçenin köşesine kurulmuş yaşlı evimizin bir asra yaklaşan siluetini görünce beni sabırla ve dirençle beklediği hissine kapıldım. Karşımdaydı, gerçekti ve ben de gerçekten buradaydım. Bu kavuşma anının artık yıllardır içimi kemiren suçluluk duygusunu gidermesini umdum. Evet, burayı terk etmiştim ama bu benim elimde olan bir durum değildi.

Kapıya yaklaşıyorum ve hayata başladığım, hayatı paylaştığım üç basamağı bir bir çıkıyorum. Bir sessiz bir senfoni var kafamda, zamanın tılsımıyla ve duyguların ahengiyle ortama yayılan. Bu duygulu ve arzulu senfoni eşliğinde yaşlanmış, söveleri ile kararmış, kıvrılmış kapıyı açıyorum. İşte içerideyim, işte zamanın kokusu burnumda. Dermansız ama son nefesine kadar beni beklemiş mağrur duruşun titreşimlerini hissedebiliyordum.

Giriş holünün çıplaklığını duvardaki bozarmış, dökük püsküllü kilim ile köşede duran boyasız kahveci sandalyesi kapatıyordu. Açık pembeye mi boyanmış duvarlar? Girişteki gömme dolapta minik, sıradan ama gizemli eşyalar, nesneler hayal ettim. Ne yazık ki bomboştu; ‘Hayat’ mecmuaları, kemik taraklar, dua kitapları, oya örnekleri, tahta kutularda sararmış kâğıtlara kıvrılmış çiçek tohumları, çeşitli el aletleri yoktu.

İkisi küçük üç oda, kiler ve geniş sayılabilecek girişi ile büyük olmayan bir ev burası. İyi-kötü onarımlarla, iyi-kötü kiracılara, uzun kışlara sabırla dayanmış yorgun duvarlarda oluşan derin çatlaklar dolgularla kapatılmaya çalışılmıştı. Odaların birinde iki sandalye ve bir çelik somya sohbet ederlermiş gibi bir aradaydılar. Diğer oda ise tamamen boştu; yine aynı yerinde asılı duran mavi çerçeveli bozarık kuğu resmi dışında. Telaşlı ve heyecanlı zihnim, boşlukları eski zamanlardan çağırdığı anılar, ayrıntılar ile dolduruyordu

İşte kış odasındayım. Kışın oturduğumuz küçük, sevimli ılık oda; bomboştu ve ne kadar da yalnız. Pencerenin çerçevesine sıkıştırılmış gazete parçalarında birini zorda olsa çıkarıp bir süre elimde oyalandım. Oyalandım diyorum çünkü asıl merak ettiğim şeyin heyecanını bastırmaya çalışmakta olduğumu biliyordum.

Geriye dönüp birkaç adımda karşısına geldim. Odanın içerisinden bir iç kapıyla, merdivenlerden aşağıya inilerek ulaşılan benim odamın girişinde bulunuyordum. Kasabanın, evin, bahçenin yarattığı heyecanın dışında ayrı bir beklentisi ve özlemi vardı burasının. Anahtarı ise cebimdeydi ve yıllar yılı her daim üzerimde taşımış, bir gün kilidi açacağımın hayali ile bekleyip durmuştum. Hoş bir ‘tık’ sesiyle kayarcasına açılınca dünyalar benim oldu.

Bu evde, elbette bu oda da vakit geçirmek ne vazgeçilmez tutkuydu benim için; ilk aşkımı, ilk satırlarımı, ilk yalnızlıklarımı, ilk kırgınlıklarımı burada yaşamıştım. Bu oda da başka bir dünya ile buluşuyor, sakinleşiyor, ilhamlarımı paylaşıyor, acılarımı yaşıyor ve de eğleniyordum.

Odayı son bıraktığım gibi bulup bulamayacağımın dehşetli endişesinin sona ermesine az kalmıştı. Umduğum gibi bulamaz, bomboş, virane bir manzara ile karşılaşırsam ne yapacaktım bilemiyordum. Bunu düşünmek, aklıma getirmek bile istemiyordum. Kapıdan girerken gizli mabede giriyormuşum gibi törensel, aşkın duygular içerisindeydim. Fakat aniden algıladığım o nemli kâğıt ile karışık buraya has eski koku, evden hiç ayrılmamışım, aradan onca zaman geçmemiş gibi beni hemencecik geçmişin taze hisleriyle doldurdu. Basamakları ağır ağır indim. İnerken dikkatimi çeken şey ise merdivenlerin az önce silinmiş gibi pırıl pırıl olmasıydı.

Yumuşak bir kendiliğinden aydınlıkla karşılandığım odanın manzarası ile hayallerim kaynaşarak benliğimi sardı. Haykırmak istedim o an, bıraktığım gibi yerli yerindeydi her şey, hiçbir şeye dokunulmamış, her an kullanılmaya, yeniden yaşamaya ve yeniden başlamaya hazırdı. Evet, ortalık yine kalabalıktı ama karışık değildi, yeni derlenmiş, toplanmış tazeliği hiç değişmemişti. Odadan az önce çıkıp gidivermişim gibi canlı ve beni bekliyor gibiydi. Şu an zaman ve mekân mükemmel uyum içindeydi.

Karşı duvarı raflar halinde tamamen kitaplarla doldurmuştum. Girişin sağındaki duvara ise geniş bir dikdörtgen tahta levhaya dizilmiş küçük el aletleri ile önünde fazla geniş olmayan çalışma tezgâhım vardı. Hemen önlerinde biri büyük iki tane koyu yeşil toprak küp duruyordu. Odanın tam ortasındaki koyu kahverengi küçük çalışma masası ile sandalye az mı kahrımı çekmişti. Sol taraftaki duvarı rafları düzenli kareler halinde bölümlemiştim; kiminde ciltli sanat kitapları, çeşitli dergiler, eski şişeler, kalemlikler, çok eski model makaralı teyp, lambalı bir radyo, kimi körüklü çok sayıda eski fotoğraf makineleri ve birinde ise İngiliz yapımı kuğu boyunlu kömür ütüsü duruyordu.

Bunların bir zamanlar sahibi ben miydim?

Duvarda asılı ahşap çerçeveli fotoğrafa baktım; büyük aile fotoğrafına: Büyükbabam, annem, babam, teyzelerim ve biz çocuklar… Arkada duran uzun boylu sarışın genç adam da bendim. Ben evlenmeden altı sene önce çekilmişti. Ah, zaman nasıl da çabucak geçivermişti, gözlerim yaşarır gibi oldu ama ağlamadım.

Masamın üzerindeki defterim hala açıktı. Buradan gitmeden önce defterime yazdığım en son cümleyi okudum: "Rastlantılar yeni bir hayat kurarken aynı zamanda geçmişimizden bizi koparabilir ve her şeyi silip süpürebilir…" Defterin sayfalarını hızlıca çevirip, daha sonra incelemek üzere kapattım. Vakit geçirecek o kadar çok şey vardı ki odada bir an nereden başlamam gerektiğine karar veremedim.

İşte yine o sesler, kulağımdan hiç gitmeyen kırlangıç sesleri... İşitebiliyorum. Evet, neşeli cıvıltıları arka bahçeden odama kadar yankılanıyor, içime doluyor, gözlerime canlılık veriyorlar. Kırlangıçlar hem de bu kara kış mevsiminin en soğuk gününde. Ne uslanmaz şeyler. Çocukluğumdan ve gençliğimden kalan en belirgin hatıralardan biriydi kırlangıçlar. Hiç unutmadığım, unutamadığım tatlı bahar sabahlarında mavi gökyüzünde uçuşan kırlangıç sesleriyle uyanmayı çok severdim. Her baharda umudumu boşa çıkarmadıkları için yollarını gözler, sabırsızlıkla uçuşmalarını beklerdim.

Fakat ben buradan ayrıldığım o bahar günlerini hatırlıyorum da; ne kahrediciydi, bir tane bile kırlangıç gelmemişti. Neden, nerede kalmışlardı?

Tüm yaşantımız boyunca hiçbir zaman unutmadığımız, unutamadığımız ve daima çağrışımlarıyla bizi sarsan şeyler, ta çocukluğumuzda özümsenmiş, asla silinemeyecek, hafızamıza kazınmış derin duygular, imgeler, renkler, anlar vardır. Zamanın baş edemediği o tat, o renk, o tılsımlı anın dindirilemez, unutulmaz etkisi hiçbir zaman geçmez. Kimseyle paylaşmadığımız belki de paylaşamayacağımızdan olsa gerek yalnızca kendimize ait, çok özel, tarifsiz bu durum içimizde yaşar. Zaman geçtikçe çok uzaklarda kalmasının getirdiği buruk mutluluk hayatın tadıdır, bir daha yaşamayacağımız, yakalayamayacağımız gerçeği ise hayatın kendisidir.

Oysa şimdi tıpkı çocukluğumdaki neşeli ötüşleriyle uçuşup duruyorlardı kırlangıçlar. Boğucu bir kış sabahı sözleşmiş gibi mucizeyle buluşmuştuk.

Dakikalar ilerledikçe içime dolan büyük huzurun daha da artarak ruhuma yayıldığını hissedebiliyordum. Rahatsız düşler sıyrılıp gitmiş, görüntüler ardındaki anlamlara kavuşmuş, arayışlarım sona ermiş, derin ve tarifsiz huzurla dolmuştum.

Dışarıdan gelen başka sesler de işitiyorum. Birileri daha vardı evi ziyaret eden ve odama inen kapının hemen önündeydiler. Konuşmalar arasında genç bir kız ile küçük bir oğlanın sesi daha yakından geldiğini fark ettim.

"Gel de dedemin odasını göstereyim sana, ben dört sene önce de görmüştüm," dedi kız.

"Ama" dedi küçük oğlan, "Orası çok karanlık değil mi?"

"Hayır, bak elektriği var." Kız, düğmeyi çevirince oda daha da aydınlandı. “Hadi inelim, gel.”

Masama geçerek oturdum ve sabırsızlıkla aşağıya inmelerini bekledim. Onları şimdiye değin hiç görmemiştim. Kapıyı ürkekçe açtılar ve ihtiyatlı adımlarla basamakları indiler. Meraklı, sevimli ve tebessümlü yüzleriyle işte karşımda durmaktaydılar.

Küçük oğlan biraz çekinik görünüyordu. "Her taraf toz içinde ama…" diye söylendi. "Yalnızca masa mı kalmış?"

Hayır, her yer dayalı döşeli ve yerli yerindeydi. Onlar göremiyordu.

"Onca sene geçmiş," dedi kız.

"Büyük dedem bu odayı çok mu severmiş?" diye sorarken hem kızın hem de oğlanın yüzünde kendimden izler gördüm.

"Evet, çok severmiş."

"Şimdi cennette midir?"

"Cennette olduğuna eminim," diye gülümseyerek cevap verdi kız.

"Nasıl ölmüş büyük dedem?"

"Çatıya çıkmış, kırlangıçlar için yuvalar hazırlıyormuş, ayağı takılınca arka bahçeye düşmüş."

"Vay be, çok talihsizmiş!" dedi oğlan.

İkisi de içten, olağanüstü, masum ve öyle güzeldiler ki gidip yüzlerini okşamak istedim ama yapamadım...

Neden kırkbeş yıl hiç uğramamıştım bu eve ve bu odaya? Galiba ruhuma acı çektirmemek için. Bıraktığım gibi bulamayacağım endişesiyle hep uzak durmuş, başka diyarlarda gezinip evrenler dolaşmıştım. Zamanın ruhunu yaşamak için çocuklarını yanına alarak eski günleri anmaya, ziyaretime gelen kızım bu evi benim için saklamış, asla yıkılmasına ve satılmasına müsaade etmemişti bir gün döneceğimi bilirmiş gibi.

“Çocuklar ben de oraya geliyorum,” dedi kızım. Emindim ki burada olduğumu ve artık döndüğümü hissedecek, bana içten bir selam gönderecekti.

Bir insan daha ne isteyebilirdi ki; evimdeyim ve cennetimdeyim. Artık hiç terk etmeyeceğim. Sonsuza dek…

Merhaba !


TRAMVAY (ÖYKÜ)

Akşam:

İşten çıkıp bir koşuşturmayla tramvaya bindiğinde güneş henüz tam batmamış, pürsek bulutların arasında parlak, yumuşak bir turunculuk sunmuştu ılık akşamın hoş atmosferine. Şu an, tramvay gidiyor, yol boyu manzaraları kendiliğinden akıyor, hoş esintiler vagondaki insanları ister istemez sakinleştiriyor. Tramvayın içinde farklı yüzlerle benzer akşamlar, tekrarlayan yolculuklar sürüyor… Gecekondular, çeşit çeşit imalathaneler, camiler, kiliseler, hâlâ her türlü hoyratlığa direnen ürkek duruşlu ahşap evler... On binlerce insanın umursamadan içinden geçtiği ıssız hatta tekinsiz görünen ray boyundaki sokaklar… Deniz, bulut, mavi, çatı, sarı saçlar… bir kız... Nasıl ?!

Hafif bir irkilme hissetti. Yalnızca bir an görebilmişti. Büyük ahşap bir evin üst katında pervaza kollarını dayamış bir kız pencereden tramvayın geçişini seyretmekteydi. Belli belirsiz sarıya çalan ve hızlı bir fırça darbesinin izlenimleriyle imge akıp gitti. İnsanın yalnızca kendisiyle paylaşabileceği hoş ve güzel bir andı.

Sabah: 

İşe gitmek üzere tramvaya bindi. Altı durak sonra aynı yerden geçerken yine dikkatini çeken o kız oldu. Pencerede öyle duruyor, geçmekte olan tramvayı izliyordu. Saatine baktı:7:42. Garipsedi. Kızın, bulunduğu vagonu takip ettiğini, hatta bir ara bakışlarının karşılaştığını bile düşündü ama tam da emin olamadı, belki de öyle olmasını dileyerek sadece hayal etmişti. Bu tesadüf her nedense ve nasıl olduysa çok hoşuna gitmişti. Bütün bir günü farklı duygu ve heyecanlarla geçirdi.

Akşam:

Tramvay yine hızını almış ilerliyordu. Vagonun pencere camını aşağı iteledi. Kızın bulunduğu ev silsilesi yaklaştığında gözlerini kırpmadan, dikkatlice dışarıyı seyretmeye başladı. Orada olup olmadığının düşünceleri arasındayken, kızın tramvayın geçişini başıyla izlediği gibi belirgin bir izlenime kapıldı. "Bana bakıyor." Sekizinci saniyede kız artık yoktu. Tramvay kavisi hızla dönmüştü bile. Kafasını dışarıya sarkıttı ama nafile.

Uzun zamandır hissetmediği ılık, keyif veren bir dalgalanma hissetti tüm bedeninde. Kendisinin gördüklerini başkaları da görmüş olabilir miydi? Üç genç az gerisinde şakalaşarak dışarıya bakıyorlardı. Onların, hiç ummadıkları anda karşılaşacakları güzel bir kızın görüntüsüne karşı takınacakları tavrı sessizce ve merakla bekledi ve kulak kabarttı. Birisi, "Neredeyse yıkılacak," dedi. Diğeri de, "Buraları aslında tertemiz edeceksin, dikeceksin temiz apartmanları," diyerek arkadaşına karşılık verdi. Duydukları hiç hoşuna gitmedi elbette.

Kızın akan hayali gözünün önünden gitmezken gece düşünceler arasında geçmek bilmedi.

Ertesi sabah:

Babasının kucağında, mavi gözlü afacan bir oğlan çocuğu vardı karşısındaki koltukta oturan. Ray boyunca çalışan işçilere, uzakta da olsa gördüğü insanlara tüm sevimliliği camdan ile el sallayan ufaklığı izledi bir süre.

Tramvay, o noktaya yaklaşınca gördü ki kız yine pencerede tüm zarafetiyle duruyordu. "İşte!" diye mırıldandı. Beyaz teni, iri gözleri, pembe yanaklarını ve olanca güzelliği ile adeta bir sabah perisiydi. İnanılmazdı, sanki kendisine gülümsemişti. "Bana gülümsedi." Kalbine tatlı bir yumruk inmiş gibi hissettiğinde bir mucize daha oldu: Kız el sallamaya başladı. Kendisi de hemen el sallayarak karşılık verdi ama sekiz saniyede gözden kaybolmuş, tramvay kavise çoktan girmişti bile. Elini yine de bir kaç kez salladı.

Hemen karşısındaki çocuğa baktı, onun da kıza el sallayacağını ummuştu ama o esnada küçük oğlan hareketsizce dışarıyı seyretmekteydi.

"Oysa ufaklık o yöne doğru bakıyordu, görmedi mi yoksa? Herkese el sallayacak değil ya... diye teselli etti kendini.

Küçük oğlan ile babası karşılarındaki adama kendilerine arkadaşlık ettiğini düşünerek gülümsediler. Sonraki durakta inerlerken, "Hadi amcaya el salla," dedi babası. Tramvay hızlanırken çocuk kendisine el sallamaya devam etmekteydi.

O gece:

Karısı çoktan uyumuştu. O ise sürekli düşünüyordu ve kesinlikle emindi: Kız kendisi için her sabah ve her akşam pencereye çıkmaktaydı. Neden bunu yapıyordu, tesadüf mü, kuruntu mu, hangisi?

"Açık bal rengi saçları vardı ve gözleri de koyu yeşil olmalıydı. Açık buğday tenli, orta boylu..." Hayali ne hoştu. Tıpkı düşlerindeki gibi... Pamuk ipliğiyle yukarılara çekilecek kadar hafiflediğini hissetti. Kızın bulunduğu odanın giriş kapısını hayal etti: İnce bir zevkle döşenmiş odaya bahçeden yeni kopartılmış çiçeklerin kokusu sinmişti. Kapıda aniden belirecek ve "ben geldim," diyecekti. Bu beklenmedik ama her zaman yolunu gözlediği adamın seslenişini duyunca, tatlı, şaşkın tebessümü ile doğrulup geriye dönecek, 'canım' diyerek onu sevgiyle karşılayacaktı.

Acaba o da kendisi gibi hayalperest biri miydi? Rahat bir uykuya daldı.

Gece yarısı aniden peş peşe dizilen düşüncelerle uyandı. Uyuyan karısına baktı. Penceredeki kıza olan tutkusunu nasıl açıklayabilirdi? ‘Tutku’ kelimesi karanlıkta fütursuzca parladı.

Sabah:

Tramvaya omzuna asılı bir çantayla bindi. Kararlı ve gururlu bir kâşif gibi hissediyordu kendisini. O noktaya yaklaşmadan çantasından video kamerayı çıkarıp omzuna yerleştirdi ve kayıt düğmesine bastı. Otuz saniye sonra: "Sen artık buradasın." Kameraya bakarak tekrarladı: "Sen artık buradasın!" Etraftaki insanlar ev silsilesinin filme çekilme nedenini bulma amacıyla dışarıya baktılar ama yine de dudak bükmeden edemediler.

Maalesef çektiğini hemen izleyemedi, zaten zar zor çalışan bir kamerası vardı. İş yerinde gün boyunca düşünüp durdu: "Kimsin sen, niçin ben?"

Dönerken:

Yine oradaydı; o pencere, o kız, o kavis. Aşk, mutluluk, heyecan, beklentilerle dolu saniyeleri yine videoya kaydetmişti.

Bir an önce eve varmak çekimleri izlemek için müthiş can atıyordu.

        Tramvaydan inince olabildiğince hızlıca eve koştu. Karısı henüz işten dönmemişti. Kaseti videoya takıp, 'play' tuşuna bastı. "Hadi, hadi!" diyordu içindeki tüm sesler. İlk saniyelerde evler ve renkler süzülerek ilerleyecekti. Sonra o ahşap güzel ev... ve kız... İstediği kadar izleyebilecekti de. Bekledi, ilk saniyeler geçti. Giderken çektiği ilk video ve dönerken çektiği ikinci video.

        İşte ! Nerede? Nerede?

        Ah, büyük hayal kırıklığı ve hatta kalp kırıklığının sarsıntısı yaşadı. Kızartırcasına tırmalayarak kaşıdı kafasını. Başa dönüp tekrar izledi. Ah, kimsecikler yoktu. Pencereleri tahtalarla gelişigüzel kapatılmış evin duvarlarından çürümüş teneke parçaları sarkıyordu, ev haraptı, yaşam belirtisi yoktu !

"Neredesin?" diye sıkıntıyla mırıldandı. "Oradaydın! Beni bekliyordun!" diye söylenirken titremesi geçmemiş ve başı da dönüyordu. O esnada karısı içeri girdi. Emin olmak için ona izlettirmeyi bile düşündü ve tekrar tekrar da izletti. Karısına, çok uzak bir akrabalarının bir zamanlar bu evlerin birinde oturduğunu, gün gelecek bu evlerin ve arazilerinin çok kıymetleneceğinden bahsetti bu arada.

Kadın kocasının bu haline pek anlam veremese de garip zevkleri olduğunu bildiğinden içinden şaşırmak ve ilgilenmek gelmedi. Asıl düşündüğü akşam yemeğini makarna ile geçiştirmekti.

Ertesi sabah cumartesi:

Bitkindi ve aklı başında değildi. Sabah kalkıp dağınık çekmeceler arasında sessizce bir şeyler arandı. Giydiği gömleği temiz zannederek evden çıktı. Kendinde olmadığı kesindi, başı da müthiş zonkluyordu.

Tramvaydan en yakın durakta inip karanlık altgeçitten evin bulunduğu ıssız sokağa geçti ve hedefine doğru yürümeye başladı. Ev, ne kadar yürüdüğünü kestiremeden hiç beklemediği bir anda karşısında beliriverince gözlerine inanamadı. Korktuğu şey başına gelmişti. “Bu ev…” diye gerisini getiremeden boğazında düğümlendi mırıldanması. Evin aynı ev olduğuna artık ikna olduğunda hissettiği boşluğu derin ve hüzünlü hayal kırıklığı doldurdu.

Yaklaştı… Yıpranmış ahşap kapının daha önce hiç görmediği kadar kocaman, paslı kilidi hayallerini daha da sıkı kilitledi. Biraz daha yaklaşıp kanatlı kapının aralığına gözünü dayayıp içeriye baktı. Yıllanmış, nemli, soğuk, çöp kokulu karanlık esinti çarpınca gözüne değnek dürtülmüş gibi geriye doğru irkildi. Ev, uzun zamandır ardında birilerinin olduğuna dair hiçbir yaşam belirtisi göstermiyordu maalesef. Sert bir fırtınada yıkılacakmış gibi eğreti, cansız, çürük duvarların kimi yerleri dökülmüş, ahşap kaplamaları kıvrılmış, çatısının bir tarafı eğilmiş, metruk bir evdi.

O pencereye bir daha baktı sonra da başını tramvay yoluna doğru çevirdi. Görüş açılarını kafasında derin hesaplarla tekrar tekrar karşılaştırdı. Evin gölgesinde oturmak güven vermese de eşiğine çöküverdi ve bir sigara yaktı.

Kafası karışmıştı, kabullenmek istemese her akşam ve her sabah gördüğü şey şu an ile eşleşmemişti ve bu kırıcı gerçeklik hiç ama hiç hoşuna gitmediği gibi ruhunu da alt üst etmişti. Kendisini nasıl telkin edeceğini, kendisine nasıl izah yolu bulabileceğini henüz bilmiyordu.

Bir sigara daha yakmıştı ki ayaklarının altındaki toprak titreşmeye başladı, tramvay geliyordu. Oturduğu yerden sakince izledi. 

Tramvayın penceresinden birisi ona gayretle ve içtenlikle el sallıyor, sanki "ben bugün buradayım, yine seninleyim" diyordu. Gülümseyerek ona karşılık verdi ve o da el salladı. Kızın bal rengi saçları her zamanki gibi yumuşacık, mucizevî bir ışık hissi uyandırdı tramvay hızla savuşurken.


x

BLOG İÇERİĞİ / LIST OF CONTENTS

YAZILAR / ARTICLES -YAPAY ZEKA, SANAT VE SANAL İNSAN (Makale) -UZAKTAN (Deneme) -SORULAR (Makale)   - KULLAR TOPLULUĞUNDA LİDER FAKTÖRÜ...