KIRLANGIÇLAR (ÖYKÜ)
Sürgünde geçmiş uzun
yıllardan sonra umutla yeni bir başlangıca yürüyormuş gibi hissettim uzun
yokuşu ağır ağır çıkarken. Buraları bambaşka bir yer olmuş, çok değişmişti ama
yine de bazı görsel ayrıntılar çok gerilerde kalmış kırıntılarıyla eşleşmeye,
tanıdık gelmeye, silik de olsa eskiyi canlandırmaya başlamıştı. Zamanın, önce
ile şimdi arasında gitgide birbirinden uzaklaşan, yabancılaşan iki ucu büyük
bir özlem içerisinde birbirine bağlanarak, örtüşmekte ve bütünleşmekteydi.
Kırkbeş yıl olmuş
muydu, bu yokuşu çıkmayalı? Olmuştu! Zaman, bıktırıcı katmanlarıyla artık hiç
ulaşamayacağımı düşündüğüm şu anı acımasızca örtmüş, ötelemiş, karanlık bir kenarda
yıllarca huzursuzluk içerisinde sessiz sedasız bekletmiş ve bana tarifsiz
acılar yaşatmıştı. Her adımımda kavuşma anına gitgide yaklaştıkça zihnim adeta
doğaüstü yetenekle dağınıklıktan ve karanlıktan kurtulup yavaşça ama güçlü
biçimde film şeridi düzeniyle geçmişi işliyordu. Öyle anlamlıydı ki eski evime,
yuvama gidiyor oluşum.
Hava sabahın şu erken
saatlerinde adeta buz kesiyordu ki, böyle bir soğuğa epeydir rastlamamıştım.
Kuytularda daha çok biriken kar, bahçe duvarlarının dip çatlaklarından sızan
sularla yer yer aşınmış olsa da yine de kolayca çözülmeyecek kadar donuk ve
kütleliydi. Adım atmak zorlu görünse de ben hiçbir şarta aldırmadan adeta
kayarcasına yokuşu çıkmaktaydım. Ortalıkta kimseler görünmüyordu, uzaklardan
ara sıra gelen kalın sesli bir köpeğin havlamasının haricinde her şey çok
sessiz ve yankısızdı.
Kanatlı bahçe kapısından
pek çok imge ve düşünce arasında giriyorum, bana, bize ve buraya ait imgeler…
Bahçenin köşesine kurulmuş yaşlı evimizin bir asra yaklaşan siluetini görünce
beni sabırla ve dirençle beklediği hissine kapıldım. Karşımdaydı, gerçekti ve
ben de gerçekten buradaydım. Bu kavuşma anının artık yıllardır içimi kemiren
suçluluk duygusunu gidermesini umdum. Evet, burayı terk etmiştim ama bu benim
elimde olan bir durum değildi.
Kapıya yaklaşıyorum
ve hayata başladığım, hayatı paylaştığım üç basamağı bir bir çıkıyorum. Bir sessiz
bir senfoni var kafamda, zamanın tılsımıyla ve duyguların ahengiyle ortama
yayılan. Bu duygulu ve arzulu senfoni eşliğinde yaşlanmış, söveleri ile kararmış,
kıvrılmış kapıyı açıyorum. İşte içerideyim, işte zamanın kokusu burnumda.
Dermansız ama son nefesine kadar beni beklemiş mağrur duruşun titreşimlerini
hissedebiliyordum.
Giriş holünün
çıplaklığını duvardaki bozarmış, dökük püsküllü kilim ile köşede duran boyasız
kahveci sandalyesi kapatıyordu. Açık pembeye mi boyanmış duvarlar? Girişteki
gömme dolapta minik, sıradan ama gizemli eşyalar, nesneler hayal ettim. Ne
yazık ki bomboştu; ‘Hayat’ mecmuaları, kemik taraklar, dua kitapları, oya
örnekleri, tahta kutularda sararmış kâğıtlara kıvrılmış çiçek tohumları, çeşitli
el aletleri yoktu.
İkisi küçük üç oda,
kiler ve geniş sayılabilecek girişi ile büyük olmayan bir ev burası. İyi-kötü
onarımlarla, iyi-kötü kiracılara, uzun kışlara sabırla dayanmış yorgun
duvarlarda oluşan derin çatlaklar dolgularla kapatılmaya çalışılmıştı. Odaların
birinde iki sandalye ve bir çelik somya sohbet ederlermiş gibi bir aradaydılar.
Diğer oda ise tamamen boştu; yine aynı yerinde asılı duran mavi çerçeveli
bozarık kuğu resmi dışında. Telaşlı ve heyecanlı zihnim, boşlukları eski zamanlardan
çağırdığı anılar, ayrıntılar ile dolduruyordu
İşte kış odasındayım.
Kışın oturduğumuz küçük, sevimli ılık oda; bomboştu ve ne kadar da yalnız. Pencerenin
çerçevesine sıkıştırılmış gazete parçalarında birini zorda olsa çıkarıp bir
süre elimde oyalandım. Oyalandım diyorum çünkü asıl merak ettiğim şeyin
heyecanını bastırmaya çalışmakta olduğumu biliyordum.
Geriye dönüp birkaç
adımda karşısına geldim. Odanın içerisinden bir iç kapıyla, merdivenlerden
aşağıya inilerek ulaşılan benim odamın girişinde bulunuyordum. Kasabanın, evin,
bahçenin yarattığı heyecanın dışında ayrı bir beklentisi ve özlemi vardı
burasının. Anahtarı ise cebimdeydi ve yıllar yılı her daim üzerimde taşımış,
bir gün kilidi açacağımın hayali ile bekleyip durmuştum. Hoş bir ‘tık’ sesiyle
kayarcasına açılınca dünyalar benim oldu.
Bu evde, elbette bu
oda da vakit geçirmek ne vazgeçilmez tutkuydu benim için; ilk aşkımı, ilk
satırlarımı, ilk yalnızlıklarımı, ilk kırgınlıklarımı burada yaşamıştım. Bu oda
da başka bir dünya ile buluşuyor, sakinleşiyor, ilhamlarımı paylaşıyor, acılarımı
yaşıyor ve de eğleniyordum.
Odayı son bıraktığım
gibi bulup bulamayacağımın dehşetli endişesinin sona ermesine az kalmıştı.
Umduğum gibi bulamaz, bomboş, virane bir manzara ile karşılaşırsam ne
yapacaktım bilemiyordum. Bunu düşünmek, aklıma getirmek bile istemiyordum. Kapıdan
girerken gizli mabede giriyormuşum gibi törensel, aşkın duygular
içerisindeydim. Fakat aniden algıladığım o nemli kâğıt ile karışık buraya has
eski koku, evden hiç ayrılmamışım, aradan onca zaman geçmemiş gibi beni
hemencecik geçmişin taze hisleriyle doldurdu. Basamakları ağır ağır indim.
İnerken dikkatimi çeken şey ise merdivenlerin az önce silinmiş gibi pırıl pırıl
olmasıydı.
Yumuşak bir
kendiliğinden aydınlıkla karşılandığım odanın manzarası ile hayallerim
kaynaşarak benliğimi sardı. Haykırmak istedim o an, bıraktığım gibi yerli
yerindeydi her şey, hiçbir şeye dokunulmamış, her an kullanılmaya, yeniden
yaşamaya ve yeniden başlamaya hazırdı. Evet, ortalık yine kalabalıktı ama
karışık değildi, yeni derlenmiş, toplanmış tazeliği hiç değişmemişti. Odadan az
önce çıkıp gidivermişim gibi canlı ve beni bekliyor gibiydi. Şu an zaman ve mekân
mükemmel uyum içindeydi.
Karşı duvarı raflar
halinde tamamen kitaplarla doldurmuştum. Girişin sağındaki duvara ise geniş bir
dikdörtgen tahta levhaya dizilmiş küçük el aletleri ile önünde fazla geniş
olmayan çalışma tezgâhım vardı. Hemen önlerinde biri büyük iki tane koyu yeşil toprak
küp duruyordu. Odanın tam ortasındaki koyu kahverengi küçük çalışma masası ile
sandalye az mı kahrımı çekmişti. Sol taraftaki duvarı rafları düzenli kareler
halinde bölümlemiştim; kiminde ciltli sanat kitapları, çeşitli dergiler, eski
şişeler, kalemlikler, çok eski model makaralı teyp, lambalı bir radyo, kimi körüklü
çok sayıda eski fotoğraf makineleri ve birinde ise İngiliz yapımı kuğu boyunlu
kömür ütüsü duruyordu.
Bunların bir zamanlar
sahibi ben miydim?
Duvarda asılı ahşap
çerçeveli fotoğrafa baktım; büyük aile fotoğrafına: Büyükbabam, annem, babam,
teyzelerim ve biz çocuklar… Arkada duran uzun boylu sarışın genç adam da
bendim. Ben evlenmeden altı sene önce çekilmişti. Ah, zaman nasıl da çabucak
geçivermişti, gözlerim yaşarır gibi oldu ama ağlamadım.
Masamın üzerindeki
defterim hala açıktı. Buradan gitmeden önce defterime yazdığım en son cümleyi
okudum: "Rastlantılar yeni bir hayat kurarken aynı zamanda geçmişimizden
bizi koparabilir ve her şeyi silip süpürebilir…" Defterin sayfalarını
hızlıca çevirip, daha sonra incelemek üzere kapattım. Vakit geçirecek o kadar
çok şey vardı ki odada bir an nereden başlamam gerektiğine karar veremedim.
İşte yine o sesler,
kulağımdan hiç gitmeyen kırlangıç sesleri... İşitebiliyorum. Evet, neşeli
cıvıltıları arka bahçeden odama kadar yankılanıyor, içime doluyor, gözlerime canlılık
veriyorlar. Kırlangıçlar hem de bu kara kış mevsiminin en soğuk gününde. Ne
uslanmaz şeyler. Çocukluğumdan ve gençliğimden kalan en belirgin hatıralardan
biriydi kırlangıçlar. Hiç unutmadığım, unutamadığım tatlı bahar sabahlarında
mavi gökyüzünde uçuşan kırlangıç sesleriyle uyanmayı çok severdim. Her baharda umudumu
boşa çıkarmadıkları için yollarını gözler, sabırsızlıkla uçuşmalarını
beklerdim.
Fakat ben buradan
ayrıldığım o bahar günlerini hatırlıyorum da; ne kahrediciydi, bir tane bile
kırlangıç gelmemişti. Neden, nerede kalmışlardı?
Tüm yaşantımız
boyunca hiçbir zaman unutmadığımız, unutamadığımız ve daima çağrışımlarıyla
bizi sarsan şeyler, ta çocukluğumuzda özümsenmiş, asla silinemeyecek,
hafızamıza kazınmış derin duygular, imgeler, renkler, anlar vardır. Zamanın baş
edemediği o tat, o renk, o tılsımlı anın dindirilemez, unutulmaz etkisi hiçbir
zaman geçmez. Kimseyle paylaşmadığımız belki de paylaşamayacağımızdan olsa
gerek yalnızca kendimize ait, çok özel, tarifsiz bu durum içimizde yaşar. Zaman
geçtikçe çok uzaklarda kalmasının getirdiği buruk mutluluk hayatın tadıdır, bir
daha yaşamayacağımız, yakalayamayacağımız gerçeği ise hayatın kendisidir.
Oysa şimdi tıpkı
çocukluğumdaki neşeli ötüşleriyle uçuşup duruyorlardı kırlangıçlar. Boğucu bir
kış sabahı sözleşmiş gibi mucizeyle buluşmuştuk.
Dakikalar ilerledikçe
içime dolan büyük huzurun daha da artarak ruhuma yayıldığını hissedebiliyordum.
Rahatsız düşler sıyrılıp gitmiş, görüntüler ardındaki anlamlara kavuşmuş,
arayışlarım sona ermiş, derin ve tarifsiz huzurla dolmuştum.
Dışarıdan gelen başka
sesler de işitiyorum. Birileri daha vardı evi ziyaret eden ve odama inen
kapının hemen önündeydiler. Konuşmalar arasında genç bir kız ile küçük bir
oğlanın sesi daha yakından geldiğini fark ettim.
"Gel de dedemin
odasını göstereyim sana, ben dört sene önce de görmüştüm," dedi kız.
"Ama" dedi
küçük oğlan, "Orası çok karanlık değil mi?"
"Hayır, bak
elektriği var." Kız, düğmeyi çevirince oda daha da aydınlandı. “Hadi
inelim, gel.”
Masama geçerek
oturdum ve sabırsızlıkla aşağıya inmelerini bekledim. Onları şimdiye değin hiç
görmemiştim. Kapıyı ürkekçe açtılar ve ihtiyatlı adımlarla basamakları indiler.
Meraklı, sevimli ve tebessümlü yüzleriyle işte karşımda durmaktaydılar.
Küçük oğlan biraz çekinik
görünüyordu. "Her taraf toz içinde ama…" diye söylendi. "Yalnızca
masa mı kalmış?"
Hayır, her yer dayalı
döşeli ve yerli yerindeydi. Onlar göremiyordu.
"Onca sene
geçmiş," dedi kız.
"Büyük dedem bu
odayı çok mu severmiş?" diye sorarken hem kızın hem de oğlanın yüzünde
kendimden izler gördüm.
"Evet, çok
severmiş."
"Şimdi cennette
midir?"
"Cennette
olduğuna eminim," diye gülümseyerek cevap verdi kız.
"Nasıl ölmüş
büyük dedem?"
"Çatıya çıkmış,
kırlangıçlar için yuvalar hazırlıyormuş, ayağı takılınca arka bahçeye düşmüş."
"Vay be, çok
talihsizmiş!" dedi oğlan.
İkisi de içten,
olağanüstü, masum ve öyle güzeldiler ki gidip yüzlerini okşamak istedim ama
yapamadım...
Neden kırkbeş yıl hiç
uğramamıştım bu eve ve bu odaya? Galiba ruhuma acı çektirmemek için. Bıraktığım
gibi bulamayacağım endişesiyle hep uzak durmuş, başka diyarlarda gezinip
evrenler dolaşmıştım. Zamanın ruhunu yaşamak için çocuklarını yanına alarak
eski günleri anmaya, ziyaretime gelen kızım bu evi benim için saklamış, asla
yıkılmasına ve satılmasına müsaade etmemişti bir gün döneceğimi bilirmiş gibi.
“Çocuklar ben de oraya geliyorum,” dedi kızım. Emindim ki burada olduğumu ve artık döndüğümü hissedecek, bana içten bir selam gönderecekti.
Bir insan daha ne
isteyebilirdi ki; evimdeyim ve cennetimdeyim. Artık hiç terk etmeyeceğim.
Sonsuza dek…
Merhaba !
Yorumlar
Yorum Gönder