4 Ocak 2023 Çarşamba

         KIRLANGIÇLAR (ÖYKÜ)

Sürgünde geçmiş uzun yıllardan sonra umutla yeni bir başlangıca yürüyormuş gibi hissettim uzun yokuşu ağır ağır çıkarken. Buraları bambaşka bir yer olmuş, çok değişmişti ama yine de bazı görsel ayrıntılar çok gerilerde kalmış kırıntılarıyla eşleşmeye, tanıdık gelmeye, silik de olsa eskiyi canlandırmaya başlamıştı. Zamanın, önce ile şimdi arasında gitgide birbirinden uzaklaşan, yabancılaşan iki ucu büyük bir özlem içerisinde birbirine bağlanarak, örtüşmekte ve bütünleşmekteydi.

Kırkbeş yıl olmuş muydu, bu yokuşu çıkmayalı? Olmuştu! Zaman, bıktırıcı katmanlarıyla artık hiç ulaşamayacağımı düşündüğüm şu anı acımasızca örtmüş, ötelemiş, karanlık bir kenarda yıllarca huzursuzluk içerisinde sessiz sedasız bekletmiş ve bana tarifsiz acılar yaşatmıştı. Her adımımda kavuşma anına gitgide yaklaştıkça zihnim adeta doğaüstü yetenekle dağınıklıktan ve karanlıktan kurtulup yavaşça ama güçlü biçimde film şeridi düzeniyle geçmişi işliyordu. Öyle anlamlıydı ki eski evime, yuvama gidiyor oluşum.

Hava sabahın şu erken saatlerinde adeta buz kesiyordu ki, böyle bir soğuğa epeydir rastlamamıştım. Kuytularda daha çok biriken kar, bahçe duvarlarının dip çatlaklarından sızan sularla yer yer aşınmış olsa da yine de kolayca çözülmeyecek kadar donuk ve kütleliydi. Adım atmak zorlu görünse de ben hiçbir şarta aldırmadan adeta kayarcasına yokuşu çıkmaktaydım. Ortalıkta kimseler görünmüyordu, uzaklardan ara sıra gelen kalın sesli bir köpeğin havlamasının haricinde her şey çok sessiz ve yankısızdı.

Kanatlı bahçe kapısından pek çok imge ve düşünce arasında giriyorum, bana, bize ve buraya ait imgeler… Bahçenin köşesine kurulmuş yaşlı evimizin bir asra yaklaşan siluetini görünce beni sabırla ve dirençle beklediği hissine kapıldım. Karşımdaydı, gerçekti ve ben de gerçekten buradaydım. Bu kavuşma anının artık yıllardır içimi kemiren suçluluk duygusunu gidermesini umdum. Evet, burayı terk etmiştim ama bu benim elimde olan bir durum değildi.

Kapıya yaklaşıyorum ve hayata başladığım, hayatı paylaştığım üç basamağı bir bir çıkıyorum. Bir sessiz bir senfoni var kafamda, zamanın tılsımıyla ve duyguların ahengiyle ortama yayılan. Bu duygulu ve arzulu senfoni eşliğinde yaşlanmış, söveleri ile kararmış, kıvrılmış kapıyı açıyorum. İşte içerideyim, işte zamanın kokusu burnumda. Dermansız ama son nefesine kadar beni beklemiş mağrur duruşun titreşimlerini hissedebiliyordum.

Giriş holünün çıplaklığını duvardaki bozarmış, dökük püsküllü kilim ile köşede duran boyasız kahveci sandalyesi kapatıyordu. Açık pembeye mi boyanmış duvarlar? Girişteki gömme dolapta minik, sıradan ama gizemli eşyalar, nesneler hayal ettim. Ne yazık ki bomboştu; ‘Hayat’ mecmuaları, kemik taraklar, dua kitapları, oya örnekleri, tahta kutularda sararmış kâğıtlara kıvrılmış çiçek tohumları, çeşitli el aletleri yoktu.

İkisi küçük üç oda, kiler ve geniş sayılabilecek girişi ile büyük olmayan bir ev burası. İyi-kötü onarımlarla, iyi-kötü kiracılara, uzun kışlara sabırla dayanmış yorgun duvarlarda oluşan derin çatlaklar dolgularla kapatılmaya çalışılmıştı. Odaların birinde iki sandalye ve bir çelik somya sohbet ederlermiş gibi bir aradaydılar. Diğer oda ise tamamen boştu; yine aynı yerinde asılı duran mavi çerçeveli bozarık kuğu resmi dışında. Telaşlı ve heyecanlı zihnim, boşlukları eski zamanlardan çağırdığı anılar, ayrıntılar ile dolduruyordu

İşte kış odasındayım. Kışın oturduğumuz küçük, sevimli ılık oda; bomboştu ve ne kadar da yalnız. Pencerenin çerçevesine sıkıştırılmış gazete parçalarında birini zorda olsa çıkarıp bir süre elimde oyalandım. Oyalandım diyorum çünkü asıl merak ettiğim şeyin heyecanını bastırmaya çalışmakta olduğumu biliyordum.

Geriye dönüp birkaç adımda karşısına geldim. Odanın içerisinden bir iç kapıyla, merdivenlerden aşağıya inilerek ulaşılan benim odamın girişinde bulunuyordum. Kasabanın, evin, bahçenin yarattığı heyecanın dışında ayrı bir beklentisi ve özlemi vardı burasının. Anahtarı ise cebimdeydi ve yıllar yılı her daim üzerimde taşımış, bir gün kilidi açacağımın hayali ile bekleyip durmuştum. Hoş bir ‘tık’ sesiyle kayarcasına açılınca dünyalar benim oldu.

Bu evde, elbette bu oda da vakit geçirmek ne vazgeçilmez tutkuydu benim için; ilk aşkımı, ilk satırlarımı, ilk yalnızlıklarımı, ilk kırgınlıklarımı burada yaşamıştım. Bu oda da başka bir dünya ile buluşuyor, sakinleşiyor, ilhamlarımı paylaşıyor, acılarımı yaşıyor ve de eğleniyordum.

Odayı son bıraktığım gibi bulup bulamayacağımın dehşetli endişesinin sona ermesine az kalmıştı. Umduğum gibi bulamaz, bomboş, virane bir manzara ile karşılaşırsam ne yapacaktım bilemiyordum. Bunu düşünmek, aklıma getirmek bile istemiyordum. Kapıdan girerken gizli mabede giriyormuşum gibi törensel, aşkın duygular içerisindeydim. Fakat aniden algıladığım o nemli kâğıt ile karışık buraya has eski koku, evden hiç ayrılmamışım, aradan onca zaman geçmemiş gibi beni hemencecik geçmişin taze hisleriyle doldurdu. Basamakları ağır ağır indim. İnerken dikkatimi çeken şey ise merdivenlerin az önce silinmiş gibi pırıl pırıl olmasıydı.

Yumuşak bir kendiliğinden aydınlıkla karşılandığım odanın manzarası ile hayallerim kaynaşarak benliğimi sardı. Haykırmak istedim o an, bıraktığım gibi yerli yerindeydi her şey, hiçbir şeye dokunulmamış, her an kullanılmaya, yeniden yaşamaya ve yeniden başlamaya hazırdı. Evet, ortalık yine kalabalıktı ama karışık değildi, yeni derlenmiş, toplanmış tazeliği hiç değişmemişti. Odadan az önce çıkıp gidivermişim gibi canlı ve beni bekliyor gibiydi. Şu an zaman ve mekân mükemmel uyum içindeydi.

Karşı duvarı raflar halinde tamamen kitaplarla doldurmuştum. Girişin sağındaki duvara ise geniş bir dikdörtgen tahta levhaya dizilmiş küçük el aletleri ile önünde fazla geniş olmayan çalışma tezgâhım vardı. Hemen önlerinde biri büyük iki tane koyu yeşil toprak küp duruyordu. Odanın tam ortasındaki koyu kahverengi küçük çalışma masası ile sandalye az mı kahrımı çekmişti. Sol taraftaki duvarı rafları düzenli kareler halinde bölümlemiştim; kiminde ciltli sanat kitapları, çeşitli dergiler, eski şişeler, kalemlikler, çok eski model makaralı teyp, lambalı bir radyo, kimi körüklü çok sayıda eski fotoğraf makineleri ve birinde ise İngiliz yapımı kuğu boyunlu kömür ütüsü duruyordu.

Bunların bir zamanlar sahibi ben miydim?

Duvarda asılı ahşap çerçeveli fotoğrafa baktım; büyük aile fotoğrafına: Büyükbabam, annem, babam, teyzelerim ve biz çocuklar… Arkada duran uzun boylu sarışın genç adam da bendim. Ben evlenmeden altı sene önce çekilmişti. Ah, zaman nasıl da çabucak geçivermişti, gözlerim yaşarır gibi oldu ama ağlamadım.

Masamın üzerindeki defterim hala açıktı. Buradan gitmeden önce defterime yazdığım en son cümleyi okudum: "Rastlantılar yeni bir hayat kurarken aynı zamanda geçmişimizden bizi koparabilir ve her şeyi silip süpürebilir…" Defterin sayfalarını hızlıca çevirip, daha sonra incelemek üzere kapattım. Vakit geçirecek o kadar çok şey vardı ki odada bir an nereden başlamam gerektiğine karar veremedim.

İşte yine o sesler, kulağımdan hiç gitmeyen kırlangıç sesleri... İşitebiliyorum. Evet, neşeli cıvıltıları arka bahçeden odama kadar yankılanıyor, içime doluyor, gözlerime canlılık veriyorlar. Kırlangıçlar hem de bu kara kış mevsiminin en soğuk gününde. Ne uslanmaz şeyler. Çocukluğumdan ve gençliğimden kalan en belirgin hatıralardan biriydi kırlangıçlar. Hiç unutmadığım, unutamadığım tatlı bahar sabahlarında mavi gökyüzünde uçuşan kırlangıç sesleriyle uyanmayı çok severdim. Her baharda umudumu boşa çıkarmadıkları için yollarını gözler, sabırsızlıkla uçuşmalarını beklerdim.

Fakat ben buradan ayrıldığım o bahar günlerini hatırlıyorum da; ne kahrediciydi, bir tane bile kırlangıç gelmemişti. Neden, nerede kalmışlardı?

Tüm yaşantımız boyunca hiçbir zaman unutmadığımız, unutamadığımız ve daima çağrışımlarıyla bizi sarsan şeyler, ta çocukluğumuzda özümsenmiş, asla silinemeyecek, hafızamıza kazınmış derin duygular, imgeler, renkler, anlar vardır. Zamanın baş edemediği o tat, o renk, o tılsımlı anın dindirilemez, unutulmaz etkisi hiçbir zaman geçmez. Kimseyle paylaşmadığımız belki de paylaşamayacağımızdan olsa gerek yalnızca kendimize ait, çok özel, tarifsiz bu durum içimizde yaşar. Zaman geçtikçe çok uzaklarda kalmasının getirdiği buruk mutluluk hayatın tadıdır, bir daha yaşamayacağımız, yakalayamayacağımız gerçeği ise hayatın kendisidir.

Oysa şimdi tıpkı çocukluğumdaki neşeli ötüşleriyle uçuşup duruyorlardı kırlangıçlar. Boğucu bir kış sabahı sözleşmiş gibi mucizeyle buluşmuştuk.

Dakikalar ilerledikçe içime dolan büyük huzurun daha da artarak ruhuma yayıldığını hissedebiliyordum. Rahatsız düşler sıyrılıp gitmiş, görüntüler ardındaki anlamlara kavuşmuş, arayışlarım sona ermiş, derin ve tarifsiz huzurla dolmuştum.

Dışarıdan gelen başka sesler de işitiyorum. Birileri daha vardı evi ziyaret eden ve odama inen kapının hemen önündeydiler. Konuşmalar arasında genç bir kız ile küçük bir oğlanın sesi daha yakından geldiğini fark ettim.

"Gel de dedemin odasını göstereyim sana, ben dört sene önce de görmüştüm," dedi kız.

"Ama" dedi küçük oğlan, "Orası çok karanlık değil mi?"

"Hayır, bak elektriği var." Kız, düğmeyi çevirince oda daha da aydınlandı. “Hadi inelim, gel.”

Masama geçerek oturdum ve sabırsızlıkla aşağıya inmelerini bekledim. Onları şimdiye değin hiç görmemiştim. Kapıyı ürkekçe açtılar ve ihtiyatlı adımlarla basamakları indiler. Meraklı, sevimli ve tebessümlü yüzleriyle işte karşımda durmaktaydılar.

Küçük oğlan biraz çekinik görünüyordu. "Her taraf toz içinde ama…" diye söylendi. "Yalnızca masa mı kalmış?"

Hayır, her yer dayalı döşeli ve yerli yerindeydi. Onlar göremiyordu.

"Onca sene geçmiş," dedi kız.

"Büyük dedem bu odayı çok mu severmiş?" diye sorarken hem kızın hem de oğlanın yüzünde kendimden izler gördüm.

"Evet, çok severmiş."

"Şimdi cennette midir?"

"Cennette olduğuna eminim," diye gülümseyerek cevap verdi kız.

"Nasıl ölmüş büyük dedem?"

"Çatıya çıkmış, kırlangıçlar için yuvalar hazırlıyormuş, ayağı takılınca arka bahçeye düşmüş."

"Vay be, çok talihsizmiş!" dedi oğlan.

İkisi de içten, olağanüstü, masum ve öyle güzeldiler ki gidip yüzlerini okşamak istedim ama yapamadım...

Neden kırkbeş yıl hiç uğramamıştım bu eve ve bu odaya? Galiba ruhuma acı çektirmemek için. Bıraktığım gibi bulamayacağım endişesiyle hep uzak durmuş, başka diyarlarda gezinip evrenler dolaşmıştım. Zamanın ruhunu yaşamak için çocuklarını yanına alarak eski günleri anmaya, ziyaretime gelen kızım bu evi benim için saklamış, asla yıkılmasına ve satılmasına müsaade etmemişti bir gün döneceğimi bilirmiş gibi.

“Çocuklar ben de oraya geliyorum,” dedi kızım. Emindim ki burada olduğumu ve artık döndüğümü hissedecek, bana içten bir selam gönderecekti.

Bir insan daha ne isteyebilirdi ki; evimdeyim ve cennetimdeyim. Artık hiç terk etmeyeceğim. Sonsuza dek…

Merhaba !


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

  BLOG İÇERİĞİ / LIST OF CONTENTS YAZILAR / ARTICLES -UZAKTAN (Deneme) -YAPAY ZEKÂ, PHOTOSHOP, MS WORD… (Makale) -SORULAR (Makale)   - K...