ADALETSİZLİK
Canlılar adaletli bir dünyada evrimleşmemiştir, doğanın adil olma gibi bir amacı da yoktur. Doğa, kendine özgü kuralları ile adalet içermeyen fiziksel, kimyasal yasalara ve biyolojik süreçlere göre işler.
Adalet insani bir kavramdır ve insanlık tarihi boyunca üzerinde en fazla durulan, hakkında sayısız teoriler üretilen ve aynı zamanda ahlaksal ve politik anlamda en çok tartışılan, insanlığın ulaşacağı ideal durumu gösteren temel unsur ve insanca yaşamak için vazgeçilmez bir nedendir. İnsan sosyal bir canlıdır. Toplum içinde yaşamını sürdürebilme kapasitesi, hakkaniyetli bir dünyada yaşadığı inancı ile temellenir ve sosyal doğası gereği adil bir dünya arzusu taşır. Bu arzunun temelinde, yapılan eylemlerin karşılığını göreceği, iyiliğin ödüllendirileceği ve kötülüğün cezalandırılacağına dair akıl, ahlak, sosyal ve dinsel denge inancı ve ihtiyacı yatar. Söz konusu inanç, bireyin "hayatın" yaşanabilir olduğu ve hayata dair değerleri anlamlı bulmasını sağlayan bilgisel ve varoluşsal bir zemine sahiptir.
Vicdan, irade ve düşünce olarak kendini evrensel doğruluk içinde sayan bireyler ahlaklı olarak onaylanmayı bekler. Devleti, hukuku, ahlak ve değerler sistemini, kültürü güvenli, sığınılacak, sorunlarına çare bulunacak ortamlar olarak algılamak ister. Adaletin sağlanamadığı, yargının bağımsızlığını kaybettiği durumlarda hem birey hem de toplum büyük bir sosyal sarsıntı yaşar. Bozuk bir düzende adalet duygusu zedelendiğinde yalnızca hukuksal ve toplumsal düzen değil, aynı zamanda bireylerin kişisel ahlak anlayışı, yaşama sevinci, yaşama biçimi, bilgi, erdem, iyilik, doğruluk, dürüstlük, sadakat, saygı, sabır gibi hayatı tanımladığı değerler de anlamını kaybeder. Bu bağlamda, adalet yalnızca bir dışsal koşul değil aynı zamanda bireyin hayatı algılayış biçimini de kökten etkileyecek, kırılma yaratacak bir kavramdır ve içsel dünyasından dış dünya karşısında takındığı tavırlara, karşısındaki insana davranışından karşılığında beklentilere dek adil bir düzenin bütünlüğünü ister.
Toplumun bir kısmı bu değerlere zarar gördüğünü düşünmeye başladığında ahlaki arayış yerini işlevselliğe ve yararcılığa bırakır: “Ne doğrudur, ne iyidir, neden kötüdür, niye yanlıştır?” diye düşünmek yerine, “Nasıl düşünürsem durumdan faydalanabilirim? Doğruluk zarar getiriyorsa, o hâlde neden doğru olayım?” diye yararcı ve bencilce yozlaşmalar başlar.
Ahlaki kurallar aşınıp, karşılık görmediğinde toplum bir vazgeçiş ve güvensizlikle, “Doğru bildiğim şeyler cezalandırılıyor, yanlış olduğunu düşündüğüm şeyler ödüllendiriliyorsa sorun vardır?” diye düşünenler ise çöküntüyü farkedenlerdir.
“Adaletin bu mu dünya” diyerek başlayan Selda’nın meşhur şarkısında adaletsiz yaşama karşı derin bir serzeniş vardır. Hayatın, insanın olumlu beklentileri ile umutlarını bertaraf etmesinden ve kötülere daha adil davranmasından yakınır.
Adalet kavramı genelde hukuki terimlere dayandırılarak açıklanmaya çalışılsa, yalnızca mahkeme salonlarındaki sorunlarla öne çıkan kavram olarak görülse de, ‘Adalet’ insanın iç huzuru ile toplumdaki düzen için en temel unsurdur ve temel beklentidir. Kendi eliyle kurduğu ve düzenlediği kurumların, sosyal yapıların yani yarattığı düzenin doğru olup olmadığının göstergesidir. Ailede, sokakta, okulda, iş yerinde, bürokraside, ticarette, mahkeme salonlarında, politikada, seçimlerde, trafikte, ödediği faturalarda ve insanın içinde, düşüncesinde, eylemlerinde kısacası hayatın her alanında, her anında hukukun üstünlüğüne dayalı adil bir düzeni temsil eder. İnsan, insani beklentileriyle tarafsızlığa ve şeffaflığa duyulan özlemle, bir başkasına, topluma, iktidara ve devlete inanmak, güven bağlarını hissederek yaşamak ister. Adalet, hem ihtiyaç duyan kişiyi, hem de olağan günlük hayatının her anında bireyi haksızlığın korkusu ile yaşamaktan kurtarır.
Aristoteles’e göre insanın insanca yaşaması, mutlu ve erdemli bir hayat sürebilmesi, daha da önemlisi, insanın insan olabilmesi için adalet vazgeçilmez bir unsurdur.
Adaletin sağlanmasında en önemli rolü oynayan kurumlara güvenin zedelenmesi, otoriter baskılar, ispatsız suçlamalar, manipüle edilmiş gerçekler, asılsız gerekçeler, uydurulmuş delillerle suçlanacağı korkusuyla insanlar hiyerarşisi ne olursa olsun kurumları sığınılacak, hak aranacak bir yer olarak değil, tehdit eden, zorlayıcı hatta zorbalık eden kurum olarak algılar. Giydirilen üniformaların, oturulan koltukların gücünü arkasına alan liyakatsiz, yobaz ve cahil kişiliklerin adalet anlayışları kendilerine benzer. Hukukun siyasallaştığı, yargının bağımsızlığını yitirdiği, eleştirel seslerin susturulduğu, muhalif veya farklı düşüncelerin tehdit olarak algılandığı durumlarda toplumsal korku yerleşik hale gelecektir. Hukuk iktidarın elinde bir araç hatta bir sopaya dönüşür ve adaletsizliği sıradanlaştırırsa bireyin iradesinin, haklarının, isteklerinin bir önemi kalmaz. Bu noktada güvenin kaybolmasıyla hayatı karanlık ve tehlikeli algılama eğilimiyle yaşamak anlamsızlaşır ve sonunda insanda travma etkisi yaratır.
Adaletsizlğin yarattığı travma bireyin haksız yere cezalandırılması, yalan yere suçlanması, tehdit edilmesi, korkutulması, dışlanması, baskı altına alınması, taciz edilmesi, zorlanması, hedef alınması, itham edilmesi, etiketlenmesi, sınırlarının ihlal edilmesi, kişisel haklarının elinden alınması sonucu ortaya çıkan psikolojik tepkidir.
Evrensel hukuk kurallarına aykırı kötücül niyetler ile çevrili bir ortam insan onurunu da, insani değerleri de yok sayar. Yargılamaktan, bertaraf etmeye çalışmaktan, gücünü ispata çekinmeyen adaletsiz sistem ile karşılaşan veya tanık olan bireyler, zamanla umutsuzluk ve çaresizlik hissine kapılır, güven duygularını kaybederler. Kendi emeğine, çevresine ve topluma güvenmeyen birey, zamanla içe kapanır, toplumdan uzaklaşır, kendini yalnız hissetmeye başlar. Bu yalnızlık hali insanın aidiyet ihtiyacını ve isteğini zedeler, sosyal bağların çözülmesine yol açar. Aidiyetin kaybı ise paranoya, içe kapanma ve toplumdan soyutlanma, yalnızlaşma, umutsuzluk ve nihilizmi doğurur. Tükenmiş ve depresif hisseden insan, geleceğe dair umut taşımaz çünkü gelecekte de adaletin olacağına dair bir beklentisi kalmaz.
Adalet ortak geleceği anlamlandırır, birlikte yaşama ideali ile öngürebilir, umutlu geleceği yaratacak olan şimdinin adil ortamıdır. Bu motivasyonun yokluğunda gelecek günlerin şimdiden kaybolduğunu görmek büyük bir düş kırıklığıdır.
Kimileri cezalandırılma endişesiyle hiç istemese de kendi değerlerinden ödün verir, kimileri ise tamamen yabancılaşarak otoriteye karşı pasif ya da aktif bir direniş geliştirir, kimileri ise zaten yönetimin gönüllü kölesi olduğundan hiç etkilenmeyerek yapılanları onaylayacaktır. Böyleleri adaletsiz düzen ile zaten uyum içinde, yönetimin oluşturmak istediği modele uygun; uyuşmuş, kuklalaşmış, kabusta olduklarını fark edemeyen, memnun ve cesaretli tavırları ile zihniyetleri ve ruhları ele geçirilmiş, kayıp kişiliklerdir.
Adaletin yokluğu, sadece kişisel bir hak kaybı değil; aynı zamanda bir toplumun geleceğini ipotek altına alan çok ciddi ve hayati bir tehdittir. Beklentisi boşa çıkan toplumda ve bireylerde öfke birikimi arttıkça dış dünyaya karşı yabancılaşma hissi başlar. “Yabancılaşma”, Kafka’nın eserlerinde sürekli bir tema olarak karşımıza çıkar. İnsan bu aidiyetsizlik duygusu ile sarsılır. Kafka eserlerinde toplumdaki bürokratik yapıların insanın ruhunu nasıl ezdiğini ve bireyi nasıl küçük düşürdüğünü gösterir. "Dava" romanında Josef K., bir sabah nedenini bilmediği bir suçla yargılanmaya başlanır ve bu süreç boyunca sürekli saçma ama aşılamaz bir bilinmezliğin içinde kalır. İnsanların hem modern dünyanın, hem de karmaşık, adaletsiz ve anlaşılmaz sistemlerin içinde nasıl ezildiğini ve anlamsızlığa sürüklendiğini göstermesinin en güçlü örneklerinden biridir.
Haksızlığa uğrayabileceği ve hakkını arayacağı kurumların güçlünün veya ideojilerin elinde olması bireylerin yalnızca özgürlüklerini değil, onurunu da hedef alır. Suçun ispatı yerine suçlama öncelik olursa, insanlar “ya bana da aynısı yapılırsa” korkusuyla susmaya ve çekinmeye başlar. Medya ve kamuoyu yönlendirilerek gerçekler çarpıtılacak, algı operasyonlarıyla insanlar birbirine karşı baskı aracı hatta düşmanlaştırılacaktır. Gerçeklerin yerini propaganda ve söylem alacak, hakikatin önemi ise giderek kaybolacak, irrasyonel, kaotik düzene dayalı hakimiyet kurulacaktır.
Albert Camus’nun “absürd” kavramı, adaletsizliğin bireyde uyandırdığı varoluşsal krizi açıklamak için oldukça yerindedir. Camus'ya göre insan hayatının bir amacı ve anlamı yoktur ama yine de evrende bir anlam arar; fakat karşılaştığı şey genellikle anlamsızlık, kaos ve belirsizliktir. Adaletsizlik, bu absürd duyguyu daha da belirgin hâle getirir. İnsan bir düzen beklerken düzensizlikle, hakkaniyet beklerken keyfiyetle, eşitlik beklerken ayrıcalıkla karşılaştığında, yaşamın ve dünyanın adaletsizliğine, akıl dışılığına dair hissi yoğunlaşırken bireyin iç dünyasında tutarsızlık, anlamsızlık, çatışma yaratır. Fakat Camus, hayatın anlamsızlığına rağmen yaşama sarılmanın, direncin ve mücadele etmenin insanın özgürlüğünü ortaya koyduğunu, evren bize hiçbir anlam ve adalet sunmasa dahi yaşamaya ve anlam peşinde koşmaya devam etmemiz gerektiğini vurgular.
İnsanlar dünyanın adil bir yer olmadığı gerçeğiyle yüzleşirken kendi etnik, sosyal, cinsiyet, dinsel ve kişisel kimlikleriyle, arzularıyla ve korkularıyla da yüzleşmek zorunda kalır. Sürekli kafa karışıklığı ve endişeler içinde cevap bulunamayan yaşam deneyimleri insanı içten içe kemirir. Zedelenen insani değerlerden, neyin doğru neyin yanlış olduğunun ayırdından uzaklaştırılan bireyler sorunun kendisinden kaynakladığının suçluluk duygusuna kapılırlar. Sadece varoluşu ile bile otoritenin nazarında kusurlu sayılan bazı bireylerin adaletle olan imtihanı daha buhranlı ve çetrefillidir. Görünmez devasa otorite kanunlarıyla, uygulamalarıyla, töreleriyle, alışkanlıklarıyla, tabularıyla suçlu olarak etiketlenen bireyleri sürekli olarak kontrol edecek, onlara sınırlar çizecek ve adaletsizliğin çarkları arasında kaybolmaya zorlayacaktır. İnsanlar baskıyı derinden hissederken neden suçlandıklarını, niye suçlu ilan edildiklerini bile bilmeyeceklerdir. Varlığı ile sisteme tehdit oluşturmanın, suçlanması için yeterli olması o bireyler için ne acı ve absürd bir deneyimdir.
Totaliter yapılar insanların nasıl yaşayacağına, nasıl düşüneceğine, nasıl tepki vereceğine karar verdiğinde, bilginin, emeğin değersizleştiği, iyiliğin cezalandırıldığı ve kötülüğün ödüllendirildiği bir düzende bireyin, “yaşamaya değer mi?” sorusuna karşı cevabınız ne olur? İnsan hayatının ve onurunun değersizliştirildiği dünyaya kim değer verebilir? Birey doğru olanı yaparak acı çekerken, yanlış yapanların ödüllendirilmesi nasıl açıklanabilir? Evet, bu çok katmanlı ve derinlikli bir krizdir. Doğru bilginin, doğru öğretilerin reddine dayalı adaletsizlik günlük bir rutin ise yaşamın anlamı ile insan hayatının önemi sorgulandığında ve “neden böyle” sorusuna cevap arandığında bu insanın karşılaşacağı en dehşetli soru değil midir?
Suçu isnat ederek, güçlerini göstermek, gözdağı vermek ve halkı susturmak için birilerini “suçlu” hatta “hain” ilan ederek ve keyfi delillerle insanı oradan oraya fırlatan bürokrasinin soğuk ve absürd olaylara açılan her kapısı insanları daha da yalnızlaştırarak, kendinden ve varoluşundan pişman ettirecek güce sahiptir maalesef.
Kayırılanların gerçek suçlu olsalar bile nasıl aklanacağına, suçlanması hedeflenen kimselerin nasıl hukuksuzluğa uğrayacağına çarpık bürokratik ve yargı düzenleri acımasızca karar ve hüküm verecektir. Kayırmak ve kayırılmak sisteme olan bağlılığa, etnik, dinsel, sosyal, sınıfsal birlikteliğin ve çıkar ilişkisinin derecelenmesine göre değişecektir.
Böylesi bozuk bir düzende hukuk yürürlüktedir ama uygulayıcıları adaletsizdir, dolayısı ile hukuk anlamsızdır. Hangi davranışının suç sayılacağı, suçlandığında kendini nasıl savunacağını belirsizdir. Yargı gücü tamamı ile hakkaniyetsiz bir iktidarın eline geçtiğinde çaresizlik en kahredici duygudur. Adil bir toplumu ideal olarak hayal ederken, çürümüş, iktidar hırsıyla delirmiş bu acımasızların yarattığı adaletsiz ve totaliter dünyası distopiktir. Böylesi karanlık bir atmosferin yoğun propaganda ortamında itaatin yalnızca taraftarlar değil herkes tarafından benimsenerek iklim yaratılması amaçlanır. Aynı zamanda cehaleti de takdir ve taklit ederek ve benimseyerek yaygınlaştıran politik, dini, sosyal, kişisel zihin yapıları, temel insan haklarının, eşitliğin, özgürlüğün, gelişmenin düşmanıdır.
Kanunlarda ya da kutsal kitaplarda yazdığı gibi adil ve adaletli olmak ancak eylem ile görünür olur. Yani adil ve erdemli davranışları bireyler, bürokrasiden, hukuktan, dini referans alan diğer insanlardan, kurumlardan görmelidir ki, bir başkası da diğerine gösterebilsin. Adaleti bilmeyen insan adil davranamaz. Politik söylemlerde, dini vaazlarda kavramı överek, bilinen şeyleri tekrar ederek kendinizi ve karşınızdakini kandırmamak için eylem ile göstermeli ona uygun davranmalısınız. Aksi halde geriye kalan içi boş ve anlamını kaybetmiş, değersizleşmiş bir kelime ile kendinizi avutuyorsunuz ve boşuna oyalanıyorsunuz demektir.
Adaletsizlik, Sartre felsefesindeki “bulantı” hissini artırır. Sartre’a göre insan manasız bir varlık ve boşuna bir hayat karşısında bulmakta ve çabalamaktadır. Bu manasızlık ile yüzleşme, insanda bir irkilme, kaçınma hali oluşturur. Sartre, buna “bulantı” adını vermektedir. İnsan, bir yandan varoluşunun ağır yükünü hissetmekte, bir yandan da saçmalıktan ibaret olduğunu kavramaktadır. Bu varoluşsal sıkıntılı, çıkmaz bir durumdur insan için. Anlamsız ve yetersiz hisseden, adalet ve anlam ile kendisini ve hayatı temellendiremeyen, ağır sorumluluk sahibi insan tedirginliği ve şaşkınlığı ile bulantıyı hisseder.
Törelerle, dayatmalarla, sürü psikolojisi ile öğretile gelmiş, davranış ve düşünce sistemlerine sinmiş, içimize işlemiş, insan haysiyeti ve hakkaniyete aykırı öğretileri söküp atabilecek irade ortaya çıkarılmalıdır. Adaletsizliğe karşı geliştirilen tepkisel, etik ve düşünsel direniş motive edici yeni kapıları aralayabilir, yeni direnç biçimlerinin eşiklerini yaratabilir, sancılı ve zor da olsa yeniden doğuş sürecine zemin hazırlayabilir. Bu nedenle, bireylerin ve toplumların kötücül efendilere karşı adalet talebinden vazgeçmemesi ve direnç göstermesi gerekiyor.
Dünya, temel insan haklarının kısıtlandığı farklı tarihsel süreçlerde güçlülerin, egemenlerin, zorbaların adaleti ve kuralları ile çok acı çekmiştir. Hayat bir belli bir çizgide ve ütopik tekdüzelikte gitmez. Adaletsizlik, doğduğumuz yere ve zamana göre değişiklik gösterir ve her an yanıbaşımızdadır. Birilerinin elinde kötücül sektör olmaya devam etse de umarım bir sonraki üst-insan (Nietzsche’nin deyimiyle) adaleti hakim kılmaya yakın olacaktır. Temennimiz odur ki yeni ahlaklı dünyada erdemli toplumların, erdemli yöneticiler seçerek, yaşamın temel bir unsuru olarak adaleti zihinlere ve kültüre yerleştirmesi, insanca ve eşit haklarla yaşayarak ve yaşatarak içselleştirilmesidir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder