Apaçık yalanlara, apaçık inanmamayı tercih ederim.
FARKLILIKLAR, DEĞERLER, İNANÇLAR
-I-
“Tepki”
İnsanların aynı olaylara karşı farklı düşünsel, duygusal tepkiler vermesi, her bireyde kendine özgü faktörlerin farklı etkileşimini gösteriyor. Olaylara algılama biçimimiz ve tepkilerimiz birçok faktöre bağlı olarak değişiklik gösteriyor. Zihinsel kavrayış, psikolojik ve sosyal kişilik, dışsal faktörler, altta yatan nedenler insanın tepkilerini benzersiz kılıyor. Her insan farklı kültürlerden, çevrelerden, ebeveynlerden, yaşam deneyimlerinden ve inanç sistemlerinden geliyor. Herkesin farklı farkındalık, zekâ, duygu, yetenek, güçlü ve zayıf yönleri var ve her bir insan, nerede, nasıl koşullarda yetiştirildiğinin ve yaşadığı farklı deneyimlerin toplamından oluşuyor. Dolayısı ile insanlar aynı olaya ya da uyarana karşı kişisel benzersizliklerini “davranışları ve tepkileri” ile ortaya koyuyorlar.
Toplumun geneli bazı durumlarda tutarlı bazı tepki parametreleri gösterse de, tepkileri ne düzeyde sergileyeceği kendini konumlandırdığı yere göre, referans aldığı kurallara ve inançlarına göre büyük oranda değişiyor. Örneğin, omzu askılı elbise giymiş bir kadının cinayetinde özgürlükçü düşüncelere sahip kesim ile, tutucu kesimin tepkileri birbirlerinden çok farklı oluyor. Özgürlükçü, insancıl bakış açısı, cinayeti, temel hak ve özgürlüklere karşı işlenmiş bir suç olarak görüyor ve kıyafeti suçun gerekçesi saymıyor. Tutucu, geleneksel, dini bakış açısı ise, kadının kıyafetini, faili suça teşvik edecek gerekçe olarak yorumluyor. Hatta bu değerlendirmeyi olayın gerçeklerini ve ayrıntılarını bilmeden sadece bir an medyadan gördüğü tek fotoğraf üzerinden yapılabiliyor. Tutucu kesimin zihnindeki adalet duygusunu geleneksel, sabit ahlak anlayışı şekillendiriyor. Bu yaklaşımda birey kendi vicdanı ve iradesi yerine ahlaki-dini normların çerçevesini ön kabul ile esas alıyor.
Din ile kültür iç içe geçmiştir ve islam ahlakı, geleneksel ataerkil normlarla birleşince kadın üzerinde daha katı denetim araçlarına dönüşmüştür. Bu tarihsel birikimle günümüzde bir kadın öldürüldüğünde, toplumun bir kısmı bunu “bireyin yaşam hakkına saldırı” olarak değil, “toplumsal ahlakın ihlaline bağlı olası bir sonuç” olarak değerlendiriyor. Kadınlar “toplumsal düzeni bozma” riski olan taraf olarak düşünülüyor. Oysa ataerkil savaşlar, katliamlar, cinayetler, tecavüzler, hırsızlıklar, yalanlar, talanlar, iftiralar, adaletsizlik, hukuk sisteminin taraflı kararları, çıkarlar için yapılan düzenbazlıklar, insan hayatının değersizleştirilmesi, çevrenin hiçe sayılması, kötücül her türlü niyet ve eylem, feodal baskılar “toplumsal düzenini bozma” riski olarak gösterilen kadının varlığı kadar ahlakın temelinde yer almıyor. Kadının sıradan duruşu ve gündelik eylemleri ataerkil geleneksel bakış açısı ile yukarıda saydıklarım kadar ahlakı ihlal eden sorunlar olarak görülmüyor.
Burada tepkilerin farklılaşmasının kökeni, toplumun ve bireyin referans değerleridir. Bir taraf insan haklarını, bireysel özgürlüğü merkeze koyarken, diğer taraf ahlaki-dini kuralları ve toplumsal düzeni merkeze koyuyor. Toplum, kadın özgürlüğünü bireysel bir hak olarak değil, toplumsal düzenin bir parçası olarak algılıyor. “Suç” ya da “vahim olay” karşısında bile, bireyin yaşam hakkı yerine toplumsal normların ihlali, tartışmanın merkezine yerleşiyor. Dolayısıyla kıyafet, sadece bir giyim biçimi değil, toplum düzeninin ve ahlak anlayışının sembolü haline getirildiği için vahşi bir kadın cinayet bile suçlu ve mağdurun gerçekliğini değiştiriyor. Böylece failin suçu yerine kadın mağdurun davranışı tartışılıyor. Bu, aslında İslami ataerkil ahlakın içselleştirilmiş biçimidir.
-II-
“İdealist kuruntular”
Tutucu bireyler, toplumsal referans değerleriyle oluşturduğu kimlik konumlanmasına göre olayları yorumluyorlar. Değişmemeyi, dini otoriteye itaati kural edinen anlayışları toplumsal kimliklerinin ve aidiyetlerinin en temelini oluşturuyor. Değişim, “istikrarsızlık” ve düzen bozucu olarak görüldüğünden mevcut bilgiyi ve kültürü tekrarlamak ve korumak, tutucu toplumun kimliğinin bir parçası ve ideali haline geliyor.
İslami toplumun geneli yenilik arayışına yatkın değildir. “Merak” ve “yeniliğe açıklık” sadece bireysel bir psikolojik özellik değil; toplumların kültürel, siyasal ve dinsel gelişim süreçleriyle şekillenmiş kolektif tutumların da bir yansımasıdır. Bu durum yeni bilgilere yaklaşımı, yeni deneyimleri etkilediği gibi, içinde bulunulan şartları bilişsel olarak değerlendirmeyi ve daha uygun stratejiler üretmeyi etkileyen temek özelliktir. Biat, itaat, kul olma psikolojisi bireysel düşünce ve duyguların ifadesini kısıtladığından “özgün” olmayı asla teşvik etmiyor, “meraklı ve farklı” düşünceleri uzak tutuyor. Kültürel, dinsel, geleneksel normlar kolektif davranış veya tutumlara dair kalıpları ve eğilimleri belirliyor. (Bknz. yukarıdaki örnek)
Kişinin kendini bağlı hissettiği toplum ile aralarındaki “zincirlerin”, “gerçekliği çarpıttığını” farketmesi çok önemlidir. Bariz olanı görememek ve netliği ayırt edememek, nedenlerden sonuca giderken mantıksal yanlışlığa, anlam yitimine, doğru yargıdan uzak kalmaya neden oluyor. Bu noktada kişinin cesaret ve özgüveni ile düşünce değişikliğine evrilmesi gerçekliğin kavranmasında ilk adım olacaktır ama bu kolay bir evrilme değildir. Gerçekliğin çarpıtılması rasyonel kavrayışı engellediği gibi ahlaki bir yıkıma da neden oluyor. Adalet, doğruluk ve vicdan işlevi olmayan kavramlara dönüşüyor.
Apaçık bir yalandan doğru sonuç çıkaran, olan şeyi başka bir şey sayan, yanılgılarını göremeyen bireyler ve oluşturdukları büyük topluluklar var. Evren, kuramsal ve pratik etkinliklerden toplumsal bilinç biçimlerine (bilim, felsefe, siyaset, din, sanat gibi) dönüştürülüp yeniden üretilirken, nesnel gerçeklikten uzaklaşarak önyargılar, inançlar, kuruntular çerçevesinde karşımıza çıkıyor. Bu idealist yanılgılar pratikte olanı görememekten, denetleme isteksizliğinden, değer yargılarının karmaşasından kaynaklanıyor. İdealist kuruntular, nesnel faaliyetler ve durumlar ile düşünceler arasındaki bağlantının kopması neden oluyor. Düşünsel bilgi oluşurken rasyonel akıl değil, taraflı, sabit yargılar ağır basıyor. Dolayısı ile de islam dünyası temel sorunlarının farkına varamıyor.
Özellikle siyasette dinsel bağlılık seviyesinde, topluluklar kendilerine korunaklı alanlar yaratıyorlar. Bu korunaklı alanlar, gerçeklikten etkilenmeyecek kadar yüksek irade duvarlarıyla çevrilmiş durumda. Gerçeklik algısı bu duvarlarda eriyor, önemini yitiriyor, bireyi ütopik, hipnotik bir bağlılıkla kuşatıyor. Adeta kitlesel bir kendinde olmama hali, toplu etkilenme ile kör inancın çemberi içinde sorgusuzca bağlanmanın psikolojisini yaşarlarken gerçeklik ile yüzleşmeyi red ediyorlar. Akıl sağlıklarından şüphe etmediğimiz böylesi topluluklar gerçeklikten koparak bir anlamda kolektif yalan dünyalarında, birbirlerine benzeyen zihin yapılarıyla masif bir doku oluşturuyorlar. Olayın niteliği farketmeksizin toplum kendi düşünce yapısına uygun çıkarımlar, akıl yürütmeler, eğilimler ve tabii ki bulduğu mazeretlerle mutlaka haklı olduğuna inanıyor. Yüzyıllardır milyonlarca kişi yanlış da olsa bir davranışı veya görüşü benimsiyorsa topluluğun yeni nesilleri de bunun doğru olacağı izlenimine kapılarak ve inanarak zinciri sorgulamadan devam ettiriyor.
Gerçek dışı olaylara inanmak, toplumun kendi muhakemeleriyle doğruyu ayırt edemediği, sunulan her söylemin ötesine geçmeyi asla düşünmeyen adeta toplumsal genlere işlemiş biçimiyle günümüzde de devam ediyor. Yaşamın akışına değer atfetmede rasyonel bir eğilim gösterememeleri tarihsel, kültürel zeminin yüzyıllardır yetiştirdiği benzer bireyler olmalarından kaynaklanıyor. Değişime kapalı oldukları, aynı zihin yapılarına sahip oldukları, sorgulama gelenekleri olmadığı, açık fikirli, yaratıcı ve meraklı olmadıkları, ahlakı dinsel alan ile sınırladıkları için binlerce yıllık özlerini koruyorlar. Geleneklerinin, alışkanlıklarının, sosyal ilişkilerinin, düşünce kapasitelerinin, dinsel inanışlarının çerçevesinde belirli şeyleri duymak, görmek, değişimi ve yeni fikirleri savunanlara önsel tepki vermek üzere yetiştirildi ve koşullandılar. İçinde bulundukları toplumun değer yargılarını incelemek, eleştirmek gibi itkilere, düşünce sıçramalarına ve sezgiye sahip değiller. Bunu eğitim seviyesinden bağımsız bir içgörü ve yetenek olarak söylüyorum. Her alanda dar görüşlü, bilime katkısı olmayan, sanata mesafeli, özgür düşünceye yasaklarla yaklaşan, dogmatik toplumun siyasal gücü ve kültürel yansımaları tarihsel süreçte devam ederek günümüze geldi.
Adeta ortak yalanlarla inşa edilmiş düzende toplumsal benlikleri, nesnel, sosyal gerçekler karşısında durumu sadece bilgisel bir karşı koyuş değil, hayatta kalma mücadalesi olarak algılıyorlar. İnançlarının güçlü referansını da katarak bu siyasal ve sosyal mücadeleyi daima canlı tutuyorlar. Onları koşullandıran yaşam bağlantıları kökenlerindedir, motivasyonlarını dinsel-geleneksel, kültürel alt yapıdan alırlar. Güçlü ve inançlı davranış ve düşünce ögeleri yüzyıllar sonra da azalmadan insanları etkilemeye devam ediyor. Bunu sağlayan faktörlerden en önemlileri, “Öfke” ve “Yüceltme” duygusudur.
-III-
“Öfke”
Birey kendini ait olduğu grubun (dini, mezhebi, kültürel) normlarına göre tanımladığında, “biz” ve “ötekiler” ayrımına neden oluyor. Dolayısıyla, tepki gösterme eşiği kimlik ve aidiyet sınırlarına göre değişiyor.
Birey ya da tabi olduğu toplum “ötekiler” tarafından kısıtlanacağını, engelleneceğini, değerlerinin ellerinden alınacağını, yoksunlaştırılacağının endişesini öfke duygusu ile gösteriyor. Öfke, kendinden olmayana, karşı tarafa, kendisi gibi düşünmeyene, tehdit unsuru olarak gördüklerine karşı oluşan güçlü bir duygudur.
Tutucu toplum benimsediği sosyal, siyasal ve dinsel anlayışın dışında kendisi gibi düşünmeyenin değersiz, yanlış, din karşıtı, günahkar, dejenere gibi tanımlamalarla kurallar oluşturmuştur. Ne yazık ki kendisi gibi düşünmeyenlerin önemsedikleri hemen hemen tüm değerleri de yanlış, faydasız olarak nitelerler. Kendi dini-ahlaki prensiplerine uygun davranışları aşırı yüceltme, aksi davranışları ise fazlasıyla kınama eğilimi ve düzen bozucu olarak niteleme eğilimi vardır. Kendi grubundakilerin kusurlarını dışsal faktörlerle açıklarken (örneğin dış güçler), ötekilerin kusurlarını içsel karakter zayıflığına bağlama eğilimi vardır. Aynı davranış, kendi grubundan gelince daha kabul edilebilir, karşı gruptan gelince “ahlaki sapma” olarak görülür. Kendi grubunu koruma refleksiyle yapılan yanlışları “mazur görme”, karşı grubun benzer hatalarında ise “ağır cezalandırma” isteği vardır. Toplum kendilerinden taraf olan birinini hatasına empati, adalet duygusu ve tarafsız değerlendirme yerine merhamet ve affetme duygularını öne çıkararak yaklaşır. “Öteki”nin yanlışına karşı ise yoğun bir öfke yaşanır; bu öfke çoğu kez kişinin kendi ahlaki üstünlüğünü teyit etme ve karşıdakine kabul ettirme işlevi görür. İnandığı dini-ahlaki ilkeler ile sevdiği bir kişinin davranışı çatıştığında, kişi genellikle inancı esneterek ya da olayı “istisna” sayarak uyumsuzluğu azaltmaya çalışır. Böylesi insanlar birbirlerine korumacı ve adil davranırken diğer birey ve topluluklara açıkça düşmanca ve merhametsiz olma eğilimi taşırlar.
Oysa suçladıkları kesimin çoğunluğunun islam ile bağı vardır ve sadece bakış açıları farklıdır.
İşte bu ayrımcı anlayışın görünmeyen duvarlar arkasındaki tutucucu düşünce, dini-ahlaki değerleri referans aldığını düşünürken kendi toplumsal kişiliğine uygun ve yorumlayarak idealize ettiği değerlerin dinin öngördüğü “ahlak ve hoşgörüyü", tam olarak yansıtmadığını, değerleri kendilerine göre yorumladıklarını, kendilerine önderlik edenlerin yönlendirmelere göre hareket ettiklerini ve uygulamadaki sorunsallığı anlayamıyorlar.
İnsan taraf olduğu şeylere kıymet verir, korur, savunur, yanında olur. Ama gerçekliği çarpıtarak, taraf olduğu şeyleri koşulsuz destekleyerek, coşkuyla abartarak, önyargıyla sahiplenerek, desteklediği değerlerin doğruluğuna kesin inançla yaklaşan insanlar bağnazdırlar. Hem körü körüne, hem saplantılı inançları ile kendi tarafından olmayanı koşulsuz dışlarlar ve daima haklı olduklarına inanırlar. Adil olmadıklarını bir türlü anlayamazlar. Zihinleri ve kişilikleri gerçekliği değil tarihsel süreçte yarattıkları, düşünce ve yaşam değerlerini anlamlandırmaktadır.
-IV-
“Yüceltme”
Zihin fakirliğinin başladığı yerde muhakeme yeteneği kaybolur ve gerçekliği yeniden üreten baskıcı yönetimler başa gelmeyi iyi bilirler. Lider, sürekli “ötekilerin kusurlarını” işleyerek, rakip olarak gördüklerine karşı baskı ve hukuksuzluk ile kaos yaratarak, haklılığını ispat edecek manipülasyonlarla tutucu toplum üzerinde kurduğu büyüyü canlı tutmaya çalışır.
Yüceltilmiş lider böylesi bir toplumun alt yapısına uygun üst, yönetimsel yapının kurulmasını sağlar. Üst yapının dar bir perspektif ile pompaladığı bilgileri kaynak olarak alacak topluluk zaten hazırdır. Doğruları ve gerçekleri muhakeme edebilecek farkındalığa sahip olmayan, nesnel algı yeteneği bozulmuş bireylerin oluşturduğu toplum yönlendirildiklerini hiç farketmez. Bağlılıklarının körlüğü ile hiçbir şeyin arkasına bakmayı akıllarına getirmezler, hiçbir şeyi eleştirmeye yanaşmazlar. Olgulara göre değil algılara göre anlamlandırma ve görme idealinden vazgeçmezler. Saçma argümanlardan oluşan düşünce yapılarını sorgulamak için bir neden görmezler.
Tutucu toplum biatı en doğru ve üstün meziyet sayarak, liderlerini aşırı yücelten bir yaklaşıma sahiptirler. Lider tarafından "şeytani dünyaya" karşı daima savunulduklarını ve kendilerini ezmeye çalışanlara karşı onun tarafından kahramanca korunduklarını düşünüyorlar ve lideri bu uğurda mücadele eden adil bir figür olarak algılıyorlar. Bu süreçte onun yaptıklarının ve gelecekte yapacaklarının doğru ve vazgeçilmez olduğuna koşulsuz kabullenmenin katılığını, dürüstlük ve sadakat olarak kabul ediyorlar. Liderin kendi yerlerine en doğru kararı vereceğinden, yaptıklarından, söylediklerine kadar hiç şüphe duymuyorlar ve alınan kararları sorgusuzca benimseyip kabul ediyorlar. En saçma vaatlerde bulunsa bile onun ve fikirlerinin alternatifsiz olduğuna, söylemin içeriğine, doğru olup olmadığına bakmadan, sırf o söyledi diye irrasyonel bir motivasyonla ve coşkuyla inanıyorlar. Hatta “mümkün mü” diye sorgulamak ve “kandırılıyoruz mu” diye kanıt aramak yerine, bu vaadi ancak onun mümkün kılacağına, mucizevi icraatı sadece onun gerçekleştireceğine inanıyorlar.
Bu durum söyleneni değil, söyleyeni önemseyen, duyulara ve duygulara önem veren, gerçeği ve aklı öteleyen bir toplumun önderlerine itaatı, onların egemenliğini kabul ve yüceltme kültürünü ve derinliğini gösteriyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder