-İman, gerçeği bilmek istememektir. (Friedrich Nietzsche)
İRRASYONEL ÖZGÜRLÜK ALANI
İnsanoğlu, dünyayı anlama ve hayatta kalma çabasında irrasyonel özgürlüğünü sonuna kadar kullanırken din gibi fizik ötesi “ciddi” ve “mistik” kurumlar ile yaşam biçimleri yaratmıştır.
Bilimsel yasalara göre imkansız olmasına rağmen insanlar doğaüstü varlıkların olduğuna veya gerçekliğine inanırlar. Var olduğu farzedilen ama bilinemeyen o boyutla ve güçleriyle bağlantıya geçerek, ne olup bittiğine dair cevap arayışlarını sürdürürler. Dinin sunduğu yöntemlerle ve ritüellerle dünya yaşamını aşmak ve kontrol altına almak için çok çabalar gösterirler.
Dinler bir tür hayatı anlama ve hayatta kalma stratejisidir. Getirdiği kurallar ve inanç sistemi ile kimi insanlara hayata dair değerleri anlamlı bulmasını sağlayan bilgisel ve varoluşsal bir zemin sunar. Yaşamın zorluk, karmaşasına rağmen bireye "hayatın" yaşanabilir olduğunu Tanrı’ya ve emirlerine boyun eğildiğine, sığınıldığında ve inanıldığında mümkün olabileceğini söyler. Böylece hayatın geçiciliği, çaresizliği, acılarını sürekli hatırlatıp Tanrı’nın mutlak içselleştirmesi gerektiğini ve kozların onun elinde olduğunu mistik korkuyla sürekli hatırlatır. Böylelikle Tanrı’nın değerini sonsuz boyutlara taşıyarak insanın nazarında daha da büyüterek teslim olmalarını sağlamaya çalışır.
Yaşam çok karmaşık, aklı zorlayan bir süreçtir. Din, insanların anlam veremediği ya da müdahale edemediği, belirsiz ve çaresiz olaylar karşısında sığınağıdır. Dinler, arzularının gerçekleşeceği, kontrol edilemeyen katı ve soğuk gerçekler karşısında destek hissedebileceği ilahi bir güçten yardım isteme çağrısı ve yöntemlerini sunar. Yaşam örüntüsünün yada dini söyleyiş ile “kaderin akışını” tayin eden gücün insana (kullara) sahip çıkacağına, koruyacağına, kayıracağına, arındıracağına, sürecin yolunda gitmesini sağlayacak güçlerin ve oluşumların yanında ve tarafında olacağına, yeni nedenler yaratarak, farklı sonuçlar doğuracağına inandırır.
Bilim, test edilebilir deneysel kanıtlara ve gözlemlere dayanır, din ise öznel bir yaratıcı inancına dayanır ve kanıt gerektirmez. Modern bilim sorgulayıcıdır, neden-sonuç ilişkisine dayanır ve evrenin işleyişini tanrısal bir iradenin ötesinde, doğa yasalarıyla açıklamaya çalışır. Bilim ve din, dünya hakkında nasıl bilgi edineceğimiz konusunda taban tabana zıt görüşlere sahip olmalarına rağmen var olma nedenleri, alanları ve temsil ettikleriyle çok etkin olmaya devam ediyorlar. İnsanın iki çok ayrı zihin, düşünce, duygu, bilgiye erişim ve kültür yapısını temsil ediyorlar.
Bilim, gözlem ve deneyden yola çıkarak akıl yürütmeye, bilinmeyen olguları anlamaya, bilgiye, farkındalığa, tartışmaya, değişime ve gelişime dayanır. Din, derin ve tartışmaz bilginin varolduğunu ve bunlara erişebilmenin tüm yollarını Tanrı’ya bağlar. Fizik ötesi boyutların varlığını kabul ederek, önsel olarak onaylanmış Tanrı’nın kapsadığı ve kavradığı bir sistemde yaşadığımızı iddia eder. Din, karmaşık, zahmetli, merhametsiz olan bu dünyaya ruhani, mistik bir boyut katarken akıl ve bilim dışı olduğunu asla kabul etmez.
Yaşadığı dünya ve etrafındaki alem hakkında arayışlarına tatminkar cevapları dinlerde bulan insanlar, vahiy yoluyla gelen bilginin kaynağının kutsal ve doğru olduğuna güvenir, yeterli ve yanlışlanamaz bulur. Çünkü bilimsel bilgi, herkes için kolay hazmedilebilir ve kabul edilebilir değildir. Dindar birey; evrenin hayal edilemez büyüklüğü karşısındaki şaşkınlığı, hayatın akışındaki çaresizliği, yalnızlık ve anlamsızlık hissinin tehdit ediciliğinden kaçınmanın yolu olarak gerçekliğin ötesindeki güce ve kurallara, dinin sunduğu argümanlara kolayca inanmayı seçer.
İnsan zihni doğası gereği anlam üretmeye ve kaotik evrende düzen aramaya eğilimlidir. Ölüm, yaşamın en büyük krizidir ve tabiatın temel kuralıdır. Doğumumuz bir seçim değildir, ölüm ise kaçınılmazdır. Bu bilinçle yaşamak, insanın en derin varoluşsal krizidir. Böylesi temel endişe karşısında insan hem fiziksel hem de ruhsal olarak korunma arayışı ile varoluş korkusunu gidermenin yollarını aramıştır. İşte dinler, ölümü mutlak bir son değil, yeni bir hayata başlangıç olarak sunarak, korkuyu umutla ve sonsuzlukla telafi etmeyi, ölümün yeniden dirilişle anlamını bulacağını vadederler. Ahiret, cennet, cehennem, diriliş, günah, sevap, melek gibi kavramlar geliştirerek “iyi ve inançlı” insanlara ölümün travmatik korku ve endişelerinin huzura dönüşeceği, kutsanacağı, yüceltileceği, fiziksel ölümün aşılacağı maddesiz bir boyutta sonsuz, acısız ve hatta keyifli bir zamansızlık hayaline dayalı sonrasının sözünü verirler. İnsanoğlunun bu dünyada kabullenemediği tüm psikolojik, travmatik durumların sihirli bir boyutta telafi edileceğine dair argümanlar sunarlar.
Dinler, ölüm karşısında varoluşun ve anlamın sürekliliği sağlamayı üstlenirler ve bir anlamda nesnel gerçekliğin açtığı duygusal, psikolojik yaraları, felsefi ve zihinsel düşüncelerin yarattığı boşlukları doldurma aracına dönüşürler.
İnançlı insanlar yaşamın karmaşası ve zorlukları karşısında tesadüfe değil ilahi bir iradenin mutlak varlığına ve hükümlerine inanırlar. Böylece korkuya karşı bir anlam mekanizması kurarak ve kontrol dışı olaylara karşı çaresiz kalmayacağını her yerde olan Tanrı’nın ihtiyaç duyduğunda koruyacağını, kucaklayacağını, ödüllendireceğini, ritüellerine, ibadetlerine, dualarına karşılık vereceğini düşünürler. Keşke bu idealist, umut dolu cümleler, inançlar, düşünceler gerçek dünyada yerini bulacak kadar planlı olabilseydi.
Şüphe duymayan, şüphe duymayı günah sayan, zihinlerini sınırladıklarını farketmeyen, özgür düşünmeyi yersiz bulan ve bir kısım insanların beklentilerini karşılayan bir din anlayışı özü itibarı ile dogmatiktir. Uyanmak istemeyen topluluklar daha dindardırlar, asla değişmeyi ve varoluşlarına dair tartışmalara girmek istemezler. İnançlarının gereğini yaparlar, kalıplarını korurlar ve bunları da niçin yaptıklarını, niçin böyle düşündüklerini sorgulamazlar.
Dindarlar hayatın çaresizliği ya da anlamsız hissedeceği tehditler ve sonuçları karşısında “Sen Tanrı için önemlisin” düşüncesini bırakmazlar. Çünkü dinler, insanı ilahi ve aşkın bir varlıkla ilişkilendirerek evrensel ölçekte önemli ve büyük planın parçası olduğunu hatta evrenin ‘insana göre tasarlandığını’ iddia ederler.
İlk bakteriden bu yana 3 milyar yıldır evrim devam ediyor. İnsanın hem yaşayan hem de nesli tükenmiş canlılarla biyolojik akrabalığı, dünyanın dört bir yanındaki antropologlar ve biyologlar tarafından teoride değil pratikte ispatlanan bilimsel olgudur. Dünyanın milyarlarca yıllık evriminde çeşitli bitki, hayvan ve diğer canlı türlerinin kökeninin, önceden var olan diğer türlerden geldiğini ve ayırt edilebilir farklılıkların birbirini izleyen nesillerdeki değişikliklerden kaynaklandığını tüm bilimsel veriler desteklemektedir(1). Gen benzerlikleri de gösteriyor ki insan, biyolojik evrimin sonucu türemiştir(2).
Büyük dinler geçmişten bu yana evrenin kökenleri ve amacı hakkında hikayelerle birlikte gelerek insanı bir anda meydana gelmiş ilahi bir oluşum, bir mucize gibi göstermişlerdir. Çünkü insanın bir anda yoktan var olması, ancak mucizelere muktedir bir yaratıcı ile açıklanmasını gerektirdiği için çok mistik ve ilgi çekicidir.
Dünyevi olguları anlamaya, çözmeye çalışmak mı yoksa dini inançlara bağlanarak zihinleri korumaya almak ve sığınak olarak tercih etmek mi? Dinler “anlaşılabilir ve hazır” bir dünya modeli sunarlar. Sorgulanamaz diye öğretilenlere sığınarak eylemden, meraktan, kuşkudan, değişmekten korkmak ve kaçmak insanın yaratıcı, üretici ve düşünsel yeteneklerini köreltmez mi? Araştırmak, kökenlere inmek, gerçeklerle yüzleşmek cesaret ister. Bazı insanlar bu cesareti akılla, bazıları ise gerçeklerin mahrumiyetinde inancın motivasyonuyla yakalamaya çalışırlar, kanıtların varlığını ve doğruluğunu sorgulamadan dinsel cevap alanlarını tatminkar sınır olarak kabul ederler. Dinler, hayat ile bir başa çıkma, insanın kendisiyle ve evrenle kurduğu bağlantı yöntemlerinden biridir. Dünyevi gerçeklerle yüzleşmekte zorlanan bireylerin, bu gerçeklikten uzaklaşmak için dine yönelmesini; inancın, hakikatten korunmak için bir zırh gibi kullanıldığını görüyoruz. İnançların hayat ile yüzleşmede gerçekliği bastıran güvenli bölge görevini üstlendiği, savunma alanı yarattığı açıktır. Bireysel sorumluluktan ve gerçekleri görmekten kaçınmak, insanın kendine ve çevresine katkısını ve kapasitesini gözden kaçırmasının nedenidir.
Dinler, muhafazakar doktrinleri gereği insanların yaşamlarının nasıl olması gerektiği, nasıl düşünmeleri, neye inanıp neye inanmayacaklarının belirlenmişliğinin hedefi doğrultusunda zihin yapıları oluşturarak bir sonraki nesile aynen aktarmayı rehber edinirler. Bu noktada ritüellerin rolü büyüktür. Ritüeller, gerçekliği dinin pencerinden görme ve gerçekliği değiştirme arayışlarının törensel ve kutsanmış halleridir. Ritüellerle bireyler ortak değerler yaratırlar ve benzer ruh halleri ile büyük bir bütünün parçası olduklarının memnuniyetini hissederler.
Ahlaki olan, zorluklarla yüzleşmeye, bilimi teşvik ederek insanı ve tüm canlıları tanımaya, dünyayı bilmeye, yaşanabilir alanlara dönüştürmeye, merakı artırarak evreni anlamaya çaba göstermek değil midir?
Sigmund Freud’a göre din, varoluşun yarattığı kaygı ve korkuyu bireyin isteklerinin tatmin edilmesi yoluyla azaltan bir kurumdur ve insanlar ihtiyaç, endişe ve belirsizlik durumlarında dine yönelirler.
(1) https://www.britannica.com/science/evolution-scientific-theory
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder