14 Ocak 2023 Cumartesi

RÜYA FOTOĞRAFLARI (ÖYKÜ)

Üç yıldır hiç izin kullanmadan çalışmak bezdirmişti ve patronunun karşısına çıkıp izin isteyecek cesareti göstermeseydi üç yıl daha aralıksız çalışırdı herhâlde. Pazartesi sabahı uyandığında, yatağını çalışma masası olarak gördüğü rüyasına biraz söylendi. Bugün işe gitmeyecekti. "Pazartesi," diye üstüne basa basa heceledi. Sabahın ilk ışıkları, diğer pazartesilerde olduğu gibi çok da rahatsız edici yansımıyordu dünyaya.

Üzerinden büyük bir yük kalkmışçasına derin bir nefes verip kafasını yastığın altına gömdü. "Şimdi ne yapacağım?" Kendine sorduğu soru, uzun zamandır harekete geçmeyi bekleyen şeylerin bir çağrısıymış gibi geldiyse de yine de isteklerini tam olarak ifade edecek durumda değildi. Emin olduğu tek şey hayatındaki temel, derin boşluklardı.

Sürünerek pelte gibi yataktan indi. Videoya Laurel-Hardy kasetini taktı. Yatağa aynı şekilde sürünerek çıkıp bir süre keyif yaptı.

Bedenindeki uyuşukluğa aldırmayan, tanımlayamadığı canlılık dalgası anlık olarak yokladı ve gitti. Beklentileri vardı da onu ortaya çıkarma öncesindeydi sanki. Dakikalarca hareketsiz, tavanı seyretti.

Yataktan hızlıca kalktı; geçen akşamdan kalan pizza parçasını kahvaltı niyetine ağzına attı. Seyahat çantasını hazırlamaya başladı. Bu canlılığını her zaman muhafaza edemeyeceğini bildiğinden düşüncesinden vazgeçmeden kararlılığını devam ettirmeliydi. Çocukluğunu ve çocukluk anılarının geçtiği kasabaya gitmeyi istiyordu. Eskileri yeniden hatırlamanın ve oraları tekrar görmenin heyecanı onu bu seyahate özendirmişti. "O kasabaya gitmeliyim," fikri her geçen dakika daha onaylandı kafasında. Yolda kasabaya, insanlarına ve çocukluğuna ilişkin pek çok imgeyi zaman zaman hatırladı.

Akşamüzeri kasabaya varmıştı bile. Babasının memuriyet görevi sırasında tam yedi yıl kalmışlardı burada. Çocukluğu bu kasabada geçmiş, okullara ve hayata burada başlamış ve burayı her nedense çok sevmişti.

Çocukken önünden yüzlerce defa geçtiği otele gitti doğruca. Gün gelip de fakir görünümlü bu otelde kalacağı hiç aklına gelmezdi doğrusu. Merdivenlerden çıkarken karmaşık duygular içerisindeydi. O zamanlar yani bir çocukken evlerinden rahatlıkla görülebilen bu mütevazi otelde kalmanın hangi gerekçelerle dayandığını, kalan insanların da nasıl insanlar olduklarını ve özellikle de yüzlerini çok merak eder, onları tanımak, duygularını öğrenmek isterdi. Otelin çok seyrek olurdu müşterisi ve dolayısıyla da otelin balkonuna çıkan. Yalnızca iki kez, sakallı, uzun kızıl saçlı turistleri görmüş, "İşte otelde kalan insanlar," diyerek ve onlarla oteli özdeşleştirmişti. Odanın kapısını açarken kendi kendine güldü.

Doğruca balkona çıktı ve hemen manzaraya göz gezdirdi. İşte turistleri gördüğü balkonda şimdi kendisi bulunuyordu. Otelin önüne büyük bir apartman yapıldığından bir zamanlar oturdukları evi göremedi ama yine de çatısının ucunu seçebiliyordu.

Yeni binalar, yeni mahalleler, yeni dükkânlar, eski dükkânlara yeni malzemelerden cafcaflı tabelalar vs… Gelip geçenleri bir süre seyretse de hiçbir aşina yüze rastlayamadı.

Sabah doğruca pide almak için eski fırına gitti. Sıcak pideden bir parça kopardığında lezzetinden hiçbir şey kaybetmemesi onu şaşırttı. Çarşının sokaklarında dolaşırken çocukluk anılarından başka bir şey bulamayacağını düşündüğü kasabaya niçin geldiğini düşünmekteydi bir yandan da. Hayatında yer etmiş, unutamadığı, özlem duyacağı birisi de yoktu. Onu buraya ne getirmiş, ne sürüklemiş olabilirdi?

Kafasını kaldırıp yamaca doğru baktığında, bir efsane gururuyla ağızlarını açmış aslanlara benzeyen kasabanın mağaralarını gördü. Durgun yüzünde anlamsız kasılmalar, bedeninde ani bir ürpermeler duydu. Mağaraları çocukluğunda bir kaç kez yakından görmüş ama içine hiç girmemişti. İşte tam sırasıydı, zamanı gelmişti şimdi girmeyi çok istiyordu.

Tereddüt etmeden yürümeye başladı. Beş dakika kadar yürüdükten sonra mağaralar olanca fantastik heybetiyle karşısında durmaktaydı.

Kasabanın çıkışına yakın bir yerde, yamaca yedi-sekiz katlı bir apartman yüksekliğinde yaslanmış, üst üste çeşitli odalar, oyuklarla sıralanmış bir kütleydi. Kimilerine göre binlerce yıl önce insanlar tarafından yapılmış, kimilerine göre ise tamamıyla doğal bir oluşumdu. Uzaktan bakıldığında ise mağaralar dev kaya kütlesi üzerinde düzenli pencereler olduğu hissini uyandırıyordu.

Aşağıdan ürkütücü görünmesine rağmen çevresine sığınmış tek tük ev için koruyucu ruha ve güce sahipmiş gibi heybetli durmaktaydı. Kasabalılar her zaman karşılarında duran bu manzaranın görsel alışkanlığı ve merak eksikliğiyle olsa gerek nedense uzak dururlar pek ilgilenmezlerdi.

Girişe ulaşmak için yüz metre kadar dik yamacı tırmanmak gerekiyordu. Yukarıya doğru acemice çıkmaya başladı. Kaya kütlesi her metreden sonra daha bir saygı duyulası abidevi duruşuyla başının üstünde yükselmekteydi. Sonra çok kısa keçi yolunu takip ederek ilk girişe ulaştı. Tavanı oldukça yüksek, uzak köşeleri yarı karanlık, geniş bir mekân ile karşılaşmıştı. Çerçöp, içki şişeleri, boş teneke kutular, güvercin ve keçi pislikleri dağılmıştı her bir yana. Demek ki burayı ara sıra mekân edinen varmış, kasabanın berduşlarıyla, çobanlarıymış.

Üstteki mağaralara nasıl çıkılabileceğini gözleriyle araştırırken uzak köşede, tabandan iki insan boyu yüksekte duran karanlık üçgen dikkatini çekti. Nemli toprak ve gübre kokuları arasında loş köşeye doğru ilerledi. Deliğin seviyesine çıkmayı başarabilmişti. Bir giriş kapısı olabilir miydi? Yaklaştı ve kafasını içeriye doğru uzatıp baktı. Evet, girintili çıkıntılı dar bir geçit vardı ve yukarıya doğru biraz genişleyerek hafif pembe ışık demetiyle son bulmaktaydı. Işığını yukarıdaki hücrelerden aldığı belliydi. Görebildiği kadarıyla diğer mağaralara tek geçiş noktası orasıydı. Döndü ve bulunduğu yerden sonbahar renkleri içerisindeki kasaba manzarasını seyredip biraz soluklandıktan sonra aşağıya indi. Çarşıdan iki tane el feneri, yedek piller ve bisküviler ile oteline geri döndü. Malzemelerini küçük bir omuz çantasına yerleştirdi.

Tuhaftı ama kendisini uzun zamandır hiç bu kadar bir şeye karşı cesur, heyecanlı ve arzulu hissetmemişti. Bilemediği bir dürtü onu mağaraya iteliyordu sanki.

Yatağına uzanır uzanmaz rüyaları aklına geldi; hep o kırgınlık, doyumsuzluk eksiklik anları ile son bulan ve uzun zamandan beri aksamadan devam eden o meşhur rüyaları. Olağanüstü güzellikte, değerli kompozisyonları görüyor, o anların tutkuyla fotoğraflarını çekmeyi istiyor ama kesinlikle başaramıyordu bunu; bazen film bitmiş oluyor, bazen fotoğraf makinesi yanında bulunmuyor, bazen deklanşör çalışmıyor mutlaka bir engelle karşılaşıyordu. O fantastik ve estetik anları kaçırmak katlanılır gibi değildi. Böylesi rüyaların bezgin uyanışında kendi kendine soruyordu hep: "Bunların anlamı nedir, neden gerçekleştiremiyorum, neden isteğime ulaşamıyorum, engelleyen şeylerin kaynağı nedir?"

Kaynaşan düşünceler, imgeler arasında uykuya daldı. Sabahleyin uyandığında, gördüğü rüyayı kolayca hatırladı: Karanlığın içinde deklanşöre basıyor ve flaşlar patlıyordu. Ama neyi çektiğini tam betimleyemiyordu; anlık ve tanımsız çizgiler, lekeler vardı sadece. Kendini yine de memnun hissetti çünkü tam başaramasa da ilk defa fotoğraf çekebilme eylemini gerçekleştirebilmişti. Deklanşöre basabilmesi, patlayan flaşların keskin parıltısını duyumsaması ve bu başarı duygusu bir ilkti.

İlginç bir gün olacağını düşünüyordu. Günün uyanışı hiç tatmadığı duygularla başlamıştı. Fotoğraf makinelerini ve filmlerini kontrol etti; biri gözü gibi baktığı Minolta X700, diğeri ise küçük bir makine olan Chinon'du. Yeleğini giydi, bir kaç filmi de cebine koydu ve kendini hazır hissettiğinde otelden ayrılıp mağaralara doğru yürümeye başladı.

Masmavi bir gökyüzü ve ılık sonbahar güneşinin parlak ışıkları altında bütün kasabayı geçti. Hatıraları, rüyaları, fotoğraflar, yalnızlığı, mağara, karanlık, kasaba, çocukluk anılarıyla birlikte yürüyordu. Nihayet mağaraya ulaştığında nem kokan o ilk hava ile temas dünü hatırlattı ve hoşuna gitti.

Yukarıdaki odacıklara giriş olarak düşündüğü deliğe yaklaştı. El fenerini tutup kafasını içeriye uzattı. Önce çantasını, sonra da zayıf vücudunu ileriye itti. Büyük bir gayretle ayaklarını da üçgenin içine çekerek sürünmeye başladı. Bir an sıkışıp kaldığını zannetse de eğilip bükülerek yukarıya doğru altı-yedi metre süründükten sonra zar zor da olsa kendini ışığa doğru iteleyebildi. Delikten sıyrılarak yukarı çıktığında nefes nefese kalmış, her tarafı toza bulanmış, giysilerine rağmen kolları hafif çizilmişti.

Çıktığı yer, giriş ağzının üst katıydı. Kasaba buradan daha güzel görünmekteydi. Manzarayı seyredip Minolta ile bir kaç fotoğrafını çekti. Yan tarafındaki diğer hücrelere kolayca geçişi sağlayan girişler vardı. Odacıkları bir bir gezdi. Doğal basamaklar onu bir üste çıkardı ve sonunda kendisini daha da heyecanlandıracak şeyi gördü: Arka hücrelerin birindeki duvarın dibinde, zeminden daha aşağıda bulunan kocaman bir giriş vardı.

Temkinli üç adımla indi ve el fenerini açarak içeriye tutunca uzun, upuzun bir dehlizin başında durduğunu anladı. Minolta’ya flaş takıp deklanşöre iki kez bastı. Çakan flaşın ışığıyla içeriye, 'geliyorum' der gibiydi. Kararlılığından hiç tereddüt etmiyordu,  gireceğini biliyordu ama yine de kaygıları vardı.

Mağaranın ağzı, gizemli evin arka bahçesine açılan bilinmeyen bir kapı gibi ürkütücü, soğuk ve cezbedici duruyordu. Kafasını eğerek yavaşça girdi ve ilerlemeye başladı…

Dışarının sesi ve ışığı her adımdan sonra git gide sönükleşirken gözleri de karanlığa yavaş yavaş alışıyordu. Dehliz bazen hafifçe sendeletecek kadar inişli çıkışlıydı ama yine de kolay ilerleniyordu. Yan duvar çeperleri elle düzeltilmişçesine düzgün ve pürüzsüzdü. Yirmi beş-otuz metre kadar gitmişti ki keskin bir dönüşle istikamet sağa kıvrıldı. Fenerini açtı, bir an geriye dönüp ışığın cılız pembeliklerine bakarken kendine sordu: "Devam etmeli miyim, geriye dönebilecek miyim?"

Adımlarının birinde hafif sendeleyince hissetti ki dehliz aşağıya doğru eğim yapmıştı. O âna dek bulanık da olsa seçebildiği çantası, doğal ışığı hiç yansıtmıyordu artık. Her adımında hava gitgide soğuyor, karanlık ürpertici bir hal alıyordu. Her an önüne bir şey çıkacakmış gibi tedirginlik duyduğu anlardı. Yanına kendini savunacak, koruyacak bir şey almadığını anladı. Pişmanlığı çok kısa sürdü ama cesaretine şaşırmadı da değil.

Az sonra fenerin ışığı karanlığı ikiye ayırdı. Karşısında iki giriş vardı; hangisini tercih etmeliydi? Hiçbir fikri yoktu; feneriyle ikisini de kontrol etti, hemen hemen aynı görünüyorlardı. Soldakinde karar kıldı. Çantasından bir tebeşir çıkararak, dehlizin ağzına, geldiği yönü gösteren bir ok çizdi. Bir dağcının halatı gibi, kendisini hayata bağlayacak, geri dönüş şansını devam ettirebilecek güvenceyi hissetti.

Kestiremediği, bilemediği bir şeye itaat eder gibi gitmekteydi. Aklı böylesi bir yere kesinlikle girmemesi gerektiğini ve acemi şansını zorlamamasını söylerdi her hâlde. Kendi ruhunun derinliklerine bir tecrübe ve yolculuk muydu bu? Neydi onu böylesi tehlikeli bilinmeyene çeken?

İçeride bir hayat belirtisi olup olmadığına karar veremedi; ne bir böcek ne bir yarasa gördü. İlerlemeye devam ederken dehlizin genişlediğini, artık kafasını eğmediğini fark etti. Her on metrede bir okları çizmeyi de ihmal etmiyordu.

"Mantıklı mı bu, gidiş nereye?" Bunları yüksek sesle söylemişti. Kelimeler yankısız, soğuk karanlığa dağıldı. Kendini kaybetmeye, yok etmeye mi çalışıyordu, sıra dışı bir şeylerin sezgisiyle rüyalarında ulaşamadığı tatmin duygusuna ulaşmaya mı çabalıyordu?

Fenerini duvara tutarak, bir ok daha çizdi. Fotoğraf makinesini dehlize ortalayıp deklanşöre bastı. Ani ışık karanlık gökyüzüne açılmış gibi dehlizin ötelerinde kayboldu. Tedirginliklerden arta kalan tüm cesaretini toplayarak ilerlemeye devam etti. Bir ara fenerin ışığı gidip geldi. O an sanki hiçliğe ve zaman dışılığa dokunmuştu; maddeden sıyrılmış bir ruh oluşumunda, karanlık ve duyumsuz ama bilinç hala yaşıyorken.

Büyük bir galeriye ulaştı. Seçebiliyordu ki üç adam boyu derinlikteki çukurluğa kaya kütleleri ve taşlar dökülmüştü. Çukurluğun karşı tarafında yine irili ufaklı dehlizlerin ağızlarını belli belirsiz görebiliyordu. Feneri aşağıya doğru tutup her tarafını dikkatle taradı. Cılız griler, silik turuncular arasında çeşit çeşit gölgeler, ürkünç ve cisimsiz hayali yaratıklar gibi fenerin her hareketiyle oynaşıyor, büyüyüp küçülerek adeta uçuşuyorlardı. Nereden inebileceğini kestirebilmek için dikkatlice göz gezdirdikten sonra kafasında inebileceği bir yol çizdi. Ama önce olduğu yere çökerek, yanına aldığı şeyleri ve diğer el fenerini kontrol etti, Minolta’yı çantasına yerleştirdi. Cebinden çakmağını çıkarıp iki kere yaktıktan sonra tekrar cebine koydu.

Yakınında hissedebildiği ve güvenebildiği tek şey kendisi, iradesi, cesareti ve çantasında taşıdıklarıydı. Dışarıdan ve bilinenden uzak, hâlâ karanlık ötelerden bir şeyler umduğu o yoklukta normal biri olmadığına karar verdi. Varlığı ve arayışları iç içeydi. İçsel arayışları, dış dünyaya ait şeylerin gittikçe sönükleştiği sanki başka bir dünyaya ait mekânda, ani ışıklarla aydınlanan yollar, dönemeçler, ayırımlar, dehlizler, korkular, tutkularla çevrelenmişti.

Çukurluğu geçmeliydi, aşağıya inmeye başladı. Bazen tahmin ettiğinden de hesapsız kalıyordu adımlarını bir sonraki kayaya basmak. Çıkarken ise hayli zorlandı; inişe göre daha yüksek, kayalar daha nemli, kaygandı. Fenerle önünü tararken gördüğü şeye inanamadı. Hayal mi, gölgelerin oyunu mu olduğunu anlayabilmek için yaklaştı. Tılsımını bozmaktan çekindiği hazineyi bulmuşçasına korkuyla karışık bir duygu girdabı ile irkildi. Otuz santim kadar uzunlukta, düzgünce kayaya kazınmış, koyu rengiyle kolay ayırt edilebilen bir ok işaretine dokunuyor ve parmağı hafif oyuğu hissedebiliyordu.

Geldiği yönü gösteren, kendi çizdiklerine benzeyen şu işaret de neyin nesiydi? Sakinleşmeye çalışarak saatine baktı: Mağaralara gireli bir buçuk saat geçmişti. Gülümsemediği halde gülümseyebileceğini hissetti. Ne zaman kazındığı bilinemezdi ama yeni olmadığı da kesindi. Kesinlikle, bilinçli olarak kazınmış bir işaret olduğuna karar verdi. İçinden, "buldum!" diye haykırmak geliyordu ne bulduğunu tam bilmeden.

Hışırtılarla bisküvi paketini açtı. Bir kaç tane yedikten sonra zihnini kamaştıracak başka işaretler aradı ama yakınlarda başka göremedi. Feneri ile sağı ve sol taradı sanki bulduğu işaretlerin anlamını kendisine anlatacak birilerini bulmak isterken çok heyecanlıydı.

Diğerlerine göre daha geniş olan dehlizin girişine yakın ama yüksekte duran bir ok işareti ile daha buldu. Küçük makineyi çıkartıp bunun bir fotoğrafını çekti. İşaretli olan en büyük giriş ağzıydı ve hafif bir eğimle aşağıya doğru derinliği seziliyordu. Dehlizin tavanındaki yüzlerce irili ufaklı sivri çıkıntıyla fantastik bir yaratığın ağzının içindeymiş izlenimine kapıldı. On beş-yirmi adım sonra, çok geçmeden başka bir işareti de bulunca yürüyüşünü hızlandırdı. Oklar geldiği tarafı göstermeye devam etmekteydi. Fenerin ışığı, genişleyen ve giderek aşağıya giden dehlizi aydınlatmakta yetersiz kalırken pilinin bitmek üzere olduğunu fark etti. Diğer feneri çıkarıp açtığında güçlü ışığın etkisiyle mekânın görsel ve boyut algısı değişmişti. Kendisini şimdi daha rahat hissetti.

Devam ederken yoluna artık çoktan beridir işaret koymuyor, öncekilerle devam ediyordu. Okların yönü çıkış noktasını gösterse de, her sonraki işaret ileriye kılavuzluk ederek onu işaretlerin başlangıcına götürüyordu. Oklar şu durumda iki başlıydı sanki gitmek ile gelmek arasındaki kararı yolcuya bırakan gizemli yol göstericilerdi. Bu işaretçi(ler) nereden gelmiş, nereye gitmişti?

Durakladı ve bir kaç flaş daha patlattı. İlerlemeye devam ettikçe işaretlerin daha kusursuz ve düzgün kazındığını görüyordu. Kimi zaman sağa, kimi zaman sola kazınmış halde peşlerinden dehlizden dehlize giriyor, kâh aşağıya iniyor, kâh yukarıya çıkıyor, kâh sürünerek, kâh çömelerek ilerliyor ama her adımda daha derinlere gidiyordu istikamet. İşaretleri bir ara bulamayınca, tebeşirle kendisi bir ok çizdi. O kadar çok dehliz, galeri vardı ki tek bir işareti bulamasa ya da kendisi işaret koymasa geriye dönmesi ve yolunu bulabilmesi artık mümkün değildi.

Mağarada hala yaşayan biri var mıydı? Kim nereye gitmiş ve nereden gelmişti? İşaretlerin gerçek amacı neydi? "Bir şeyler olmalı ki..." diye söylendi hırıltılı sesiyle. Heyecan, koşuşturma, ter ve sıcak basmaları arasında pek fark etmese de bulunduğu ortam çok çok soğuktu.

Kendinden önce işaretleri koyan kılavuz hangi yöne gidişiyle başarılı olmuştu? İşaretleri yolun başından itibaren mi yoksa yolun sonundan başlayarak mı yapmıştı?  Yolun sonu var mıydı ve önemlisi yolun sonunda ne vardı?

Kısa bir mesafeyi sürünerek gitti çünkü tavan hayli alçaktı. Tekrar doğrulduğunda dehlizin geniş ve dümdüz olduğunu fark etti. Diğerlerine pek benzemiyordu burası; tavanı çok yüksek, çeperleri çok düzgündü ve adeta geniş bir boruyu andırmaktaydı.

Yürüyordu hem de çok rahat. Ne pütürlü bir zemin, ne alçak ve tehlikeli tavanlar, ne de önünde geçmek zorunda kalacağı bir engel. Adımları gitgide hızlandı ve hatta koşmaya başladı. İçine sonsuz bir enerji dolmuş gibi hızlı ve delice koşmaya başladı. Sanki hasret içinde bir sevgili "buradayım" der gibi onu çağırırken o da koşuyordu. Bomboş, geniş, kenarları ağaçlıklı, huzurlu, dümdüz, keşfedilmemiş bir yolda uçar gibi…

Ta ki ayağı takılıp yuvarlanıncaya dek. Düşerken çarpmanın etkisiyle tavanın açılıp, mavi gökyüzünde şirin güneşin göründüğünü zannetti. Öyle şiddetli yuvarlanmıştı ki, çantasıyla elindekiler her bir tarafa savrulmuş baygın halde düştüğü yerde öylece tortop kalmıştı. Kalkmaya yeltenemedi çünkü nefesini zar zor alabiliyordu. Ne kadar zaman yarı baygın kaldığını bilemeden bir süre baş dönmeleri ve uğultular arasında yattı.

Acı içinde kıvranırken biraz uzağa fırlayan fenerin ışığı beynindeki parlamanın yerini aldı. Sürünerek el yordamıyla çantasını ararken eline küçük fotoğraf makinesi geldi. Önündeki karanlığa birkaç kez flaşı patlattı. Işık, baygın gözlerinin önünden akarak kayboldu. Yine bir galeri ya da dehliz görmeyi beklerken hiçbir şey aydınlanmamış, hiçbir şey ile karşılaşmamış sanki karanlık tarafından yutulmuştu. Bilinçdışı bir hareketle parmakları ardı ardına deklanşöre bastı. Hayır yoktu... Gözleri birazcık ışık görmek istese de ne gri, ne başka bir renk, ne de karanlık karşıtı bir şey. İki kez daha deklanşöre dokundu; Işığın gösterebildiği tek şey uçuşan toz parçacıklarıydı ama onu bile duyumsayamadı.

Sürünürken bir elinin boşluğa geldiğini hissedince olduğu yere toparlanarak oturdu. Bacakları destek alabileceği yüzeyi hissetmeyince ani bir içgüdüyle geriye çekilerek toparlandı. Nasıl bir an yaşıyordu, nereye gelmişti? Elini öne doğru uzattığında, daha da soğuk bir uzay boşluğun varlığını hissetmişti. Belki de okyanuslar kadar derin, çok daha karanlık bir uçurum mu vardı az ötesinde. Dudakları titrerken hem hiçbir şeyden emin olamıyor hem de böylesi bir şeye inanmak da istemiyordu.

Elini yere sürterek bir taş parçası aradı ama bir şey bulamadı. Sürünecek takati kendinde göremiyordu. Aklına yeleğinin cebindeki anahtarlar geldi; çıkartıp karanlığa doğru savurdu. O sessizlikte nefesini bile içten içe işitirken, anahtarlık hiç ses vermeden aşağılara doğru kaybolup gitti. Adeta kör olmuştu, gözünü açması ya da kapatması arasında hiçbir fark yoktu.

İçgüdüsel bir tepkiyle omzundaki çantanın ağırlığını hissetmek istedi. "Çantam!" diye söylendi. Yoktu, öne doğru fırladığını hatırladı; oraya, o derinliğe düşürmüştü. Geriye doğru fenere sürünmeye başladı. Ayağına takılan şeyin yakındaydı fener ve her an pili bitti bitecek gibi azıcık ışıyordu. Uzanıp aldığında sıkıca tutup hafifçe salladı.

Dehşetli heyecanının bastıramadığı ağrı ve acıları içerisinde ayağına dolanan şeyi de çok merak ediyordu. Fenerin kedigözü kadar cılız ışığı gözlerine inanamayacağı bir şeyi gösteriyordu. On-on beş santim yüksekliğinde, dehlizin tam ortasında, kare bir kaide durmaktaydı. Elini uzattı ve dokunarak anlamaya çalıştı. Yüzeyi o kadar pürüzsüzdü ki eli âdeta cila üzerinde kayıyordu. Donuk, soğuk kayaların arasında nedense eline daha ılık geldi. Videosu büyüklüğündeki bu taş anıtı, kim, neden, nasıl yapmış olabilirdi? Parmaklarını yüzeyinde gezdirirken derin olmayan oyukluk hissetti. Bedenindeki ve zihnindeki uyuşmalara rağmen kafasını ve de fenerini iyice yaklaştırarak seçmeye çalıştı. Evet, kesinlikle bir ok işaretiydi bu; yönü önceki işaretlerde olduğu gibi geldiği tarafı gösteriyordu. Uçurumun eşiğine konulmuş, belki binlerce, belki de on binlerce yıl öncesinden bir anıt vardı karşısında. Hevesle girdiği mağaranın kapısı artık çok uzaklarda da olsa bu anıtsal şey gitmesi gereken yeri ve yönü gösteriyordu. Ayağının takılmasının tesadüf olup olamayacağını, nasıl yorumlaması gerektiğine de tam karar veremedi. Aradığı şeyi bulduğunu ama şimdi asıl bulması gerekenin çıkış kapısı olduğunu simgelediğini düşündü.

Düş ve gerçek ötesi öğeler arasında kimsenin bulamayacağı bir yerde yapayalnızdı. Olduğu yere yığılıp kaldı. Soğuk terlerle bedeni daha da nemlenmiş, cımcılık olmuştu.

Rahatsız, sonuçsuz, zamansız bitişlerle yarım kalan rüyalarını hatırladı; bilhassa son rüyasında flaşın ışığına benzer, hiçbir şeyi aydınlatmayan keskin yansımalar görmüştü. Şimdi rüyasını tamamlamak yoksa kendi elinde miydi? Küçük fotoğraf makinesini eline aldı ve anıtın fotoğraflarını çekmeye başladı. Rüyalarında ulaşamadığı ve hiçbir zaman çekmeyi başaramadığı fotoğrafları hatırladı filmin son karesine değin...

Cebinden yeni bir film çıkartarak el yordamıyla makineye taktı. Tam bu sırada fenerin son ışıltısı da gidince öylece donakaldı. Artık mutlak karanlığın ortasındaydı. Elini yeleğinin cebine attı. Çakmağını arıyordu yoksa öbür cebinde miydi? Bütün ceplerinde defalarca olmayan çakmağı defalarca aradı. Yeleğin ellenmedik, avuçlanmadık tarafını bırakmadı ama nafile. Fermuarı açık cebinden fırlayıp kim bilir nereye gitmişti. Yedek malzemelerin akıbeti gibi diğer çakmakta aşağıya yuvarlanan çantanın içerisindeydi. Kulağındaki kahredici çınlamanın haricinde duyduğu tek ses göğsünden çıkacakmış gibi çarpan kalbi ve hırıltılı, buz gibi soluğuydu. Uzun süre yerlerde çakmağı aradı, bulamayacağına kanaat getirince fenerin pillerini çıkarıp koltuk altında ısıttı, salladı ve tekrar yakmayı denedi. Titreyen ellerindeki fenerin ampulü hafifçe ışıdı ama kendisi gibi takatsizdi.

Ne ağladı, ne bağırdı, ne küfürler savurdu, hiçbirini yapamadı. Ne ürperme, ne titreme, ne kendin geçme, ne de başka bir tepki; hareketsiz ve tepkisiz öylece kaldı. Dehşetli tedirginliği en derinden yaşamasına rağmen yine de kendini tamamıyla kaybetmedi. Büzülüp olduğu yerde kaskatı kaldı bir süre. Son kalan tüm gücünü korkunç duruma dayanmaya hazırlandı.

Karanlık, dolambaçlı, ürkünç ve ulaşılmaz dehlizlerde seçemediği işaretlerle tek başına kalmıştı artık. Elinde ise yalnızca bir küçük fotoğraf makinesi...  Sevgili Chinon…

Bir an sanki bütün bunlar yaşanmamış, hiç biri olmamış, yatağında büzülmüş yatıyormuş gibi hayali etti. Tekdüze günün ilk bezgin dakikalarını yaşıyormuş, kahvaltıyla birazdan kendine gelecekmiş gibi hayal kurdu.

Doğrulmaya çalışarak hafif sendelemelerle ayağa kalktı. Geldiği tarafa doğru ilk adımını attı. El yordamıyla duvara tutuna tutuna ilerlemeye başladı. Girdiği son dehlizin dümdüz olduğunu bildiğinden gereksiz yere flaşı patlatıp makinenin pilini harcamaktan sakındı. Aslında çok uzun bir tüneldi ne kadar yürümesi gerektiğini bilemiyordu çünkü geldiği mesafeyi o anların coşkusuyla hesaplayamamıştı. Ancak saatler sonra tutunduğu duvarın pütürlü dokusundaki değişikliklerden giriş noktasına geldiğini anladı. Gözünde canlandırmaya çalışarak deklanşöre bastı. Saniyenin binde biri kadar bir süre aydınlanan mekânda pek çok siyah-beyaz lekeden oluşan bir parlama seçebilmişti ancak. Ön tarafa doğru iki adım atıp tekrar deklanşöre bastı. Hemen hemen aynı enstantane sonrasında yine hiçbir fikir oluşamadı zihninde. Nereden geldiği, hangi yöne gideceği, hangi dehlize sapacağına ilişkin en ufak bilgisi ve sezgisi yoktu. Ne yapmalıydı? İşaretler neredeydi, bilemiyordu. Bu arada flaşın kendini şarj etmesinin normalden altı-yedi saniye daha uzun sürdüğünü fark etti.

Boynundan aşağıya soğuk ve ılık sıvılar sızıyordu. Eliyle boynunu, yüzünü sildiğinde parmak araları yapış yapış olmuş, üstelik boynundaki sızı da artmıştı. Kıyafetinin ucuyla kanayan boynunu daha nazikçe sildi.

Birkaç dakika ağır ve temkinli adımlarla duvara tutunarak yürümeye çalıştı. Bir kez sağa, bir kez de sola saptı ama bu dönüşlerini bilinçli olarak yapmadı. Yürüyor, sapıyor, duruyordu... Elli metre sonra bir flaş anında ilk işareti buldu. Sevindi mi bilinmez ama onlarca belki de yüzlerce işarete denk gelmesi hiç mümkün görünmüyordu. Arayışın her fotoğrafından/flaşından sonra sonsuz ve içinden çıkılmaz karanlıkta duyumsuz, doyumsuz ve nefes nefese kalakalıyordu. Çekeceği her fotoğrafta kendini yaşatacak işaretleri bulmak ve görmek zorunda olmanın ağırlığı her hücresine sinmişti. Aydınlığa giden bu yol, anlık ve şanslı aydınlanmaların arkasına gizlenmişti. Çerçeveleme kaygısı duymadan, tesadüflere ve kalan sezgilerine güvenerek deklanşöre basmaya devam etti karmaşık göz göz dehlizlerde...

"Şu zavallı farenin haline bak!" diye neredeyse gülümseyerek söylendi. Makinenin yalnızca ışığına ihtiyacı olduğu halde aynı zamanda fotoğraflarını çekiyor olmasını yaşamaya özendirici, cesaret verici bir davranış olarak algıladı. Sonra o fotoğraflara bakarken ne hissederdi acaba? En önemlisi onları eline alıp bakabilecek miydi?

İskeletlerle dolu, çıkamayacağı bir kuyuya düşeceğini düşündü. "Yok, yok, belki de daha önce buradan geçenler hayatlarını sürdürmenin bir yolunu bulmuşlardır gizli medeniyetlerinde!" Yüzünü sıkıntıyla sıvazladı. Aklına her türlü fantastik, ürkütücü düşünce akın ediyordu. "Kaldım buralarda…" diyerek umutsuzca söylendi. "Belki de şahane bir peri köşede beni bekliyordur, kucağına alıp, göğsüne bastıra bastıra beni otelime uçuracaktır."

Bir parçacık, az, cılız bir ışığa sahip olsa her şey nasıl da farklı olurdu. İşaretleri bir bir bulur, koskoca güneşle hayatını taçlandırabilirdi… Her şeyi değiştirebilirdi. Yol belliydi, işaretlenmişti, yanı başındaydı ama bir o kadar da uzak, belirsiz, bilinmez, gizli ve sapaydı… Işık şimdi bu labirent içinde hayatla eş anlamlıydı. Elinde tutacağı bir mum ne kadar anlamlı kalacaktı şu karanlıklar okyanusunda. Gün ışığında hiçbir anlam ifade etmeyecek mumun varlığı ve işlevi, gücü şu anda, burada her şey demekti. Her şey…

Mumun ve temsili yol göstericinin nezdinde, aklın, idrak etmenin kıymetli bir şey olduğunu, bir şeyin başka bir şey olabileceğini, duyusal, düşünsel ve psikolojik ilkelliğin bizi hayatın olanaklarından mahrum bıraktığı kanısına vardı. Yeni anlamlara ihtiyacımız olduğunu, her insan kendince buluşlar yapması gerektiğini ve böylece anlam ve farkındalık alanı genişleyebileceğini düşündü. Cevherler basitti belki ama farklı bakış açılarıyla anlaşılabilirdi içerikleri. Bu ise insanın kendisi, hayatı ve Evren hakkında yeni yollara girmeden, kat etmeden, işaretlerle karşılaşılmadan tam anlamlandırılamıyordu. İnsanın kendini var etme çabası anlamın kendisi miydi?

Şu soruyu kendine sordu: "Burada değiştirebileceğim ne vardır? Ortamı etkileme gücüm var mı? Yok! Oysa dışarıda her insanın ortamı değiştirme ve kendini geliştirme gücü vardır. Dışarıda ortamı isteklerimize uydurmaya çabalarken, kendimizi değiştirmeyi ve geliştirmeyi düşünemeyiz. Buradaki değişimim sonuçta bana ne kazandırır?" Basit sorular sormuştu kendine. Pek çok şeyden emin değildi ama kesinlik arz eden şey karanlık diplerde tek başına olduğunu biliyor oluşuydu. Cevapların ne olduğundan çok sorular önemli ve değerliymiş gibi geldi. İçinde belli belirsiz cesaret, bir kıpırtı ve bir dirilme seziyordu ama acaba buradan gerçekten kurtulabileceği inancını yaratabilecek miydi? "Cesaret!" diye söylendi. Şimdi cesur olma zamanıydı işte. "Aklımı mı kaçırıyorum?" diye söylendi. Tam bir kara mizah durumu oluştuğunun farkındaydı. Hissettiklerinin yolcuğun tuhaf ve grift dokusuna uygun düştüğüne ise hiç kuşku yoktu.

Olduğu yere çöktü. Kalkmak için yeltendi ama tekrar çöktü. Ne hissediyorsa artık bilinçaltına atılacak, yüz yüze gelmekten korkulacak, kaçılacak durumu çoktan aşmıştı. Gerçekler karşısında kendisi ve içgüdüsü ne daha çok şey umabilir, ne daha çok endişeye kapılabilir, ne de daha çok korkabilirdi. Kaybedecek ne kalmıştı zaten, neyden kimden korkacak, kimden çekinecekti. Kendinden başka hiç kimsenin olmadığı zifiri yoksunluk içerisinde korku da bir, sevinç de bir, bilgi de bir, eylem de birdi.

Uzaklardan ama nereden geldiği belli olmayan bir ses işitti: "Kalk ve düşeceksen yürürken düş." Kendi telkiniydi kulaklarında duyduğu.

İçindeki tüm kokuşmuş, sonuçsuz, tarifsiz birikintiyi sonsuz karanlığa delice boşaltırken titriyor, dişleri birbirine vuruyor, amansız mücadele veriyordu. Eğer karşısında bir ayna olsaydı gözlerinde kendisin de henüz açıklayamadığı bir parlamayı görebilecekti.

Titremesi durduğunda kalbi, önündeki tıkanıklığı aşmışçasına ağrısız çarpıyordu.

Bütün bu karmaşanın önünde ayrışan ve dile gelen şu düşüncesiydi: "Yaşamak!" Göz pınarlarında bir ıslaklık hissetti. "Ben yaşıyorum!" diye bağırdı. "Doğmak çaba gerektirir," diye mırıldandı. Hayat olmayan, bağlantısız, gizil, ürkünç atmosfer içinde yaşadığını hissetmeye başlamak... Hayata karşı alışkanlıklarla geriye itilemeyecek bir saygı uyanmıştı içinde. Bir başkası ne düşünürdü bilinemezdi ama her şeyi gizleyen karanlığın içerisinden bazı şeyler görünür, yaşanır olmuş ve âdeta aydınlatmıştı. Yaşadığının farkına varmıştı, otuz sekiz yıldan beri ilk kez.

Ayrışan bir düşünce daha belirmişti: asla mutlak öteyi düşünmeyecekti. Sonrası bizim takdir edeceğimiz bir şey değildi. Şu anın tüm sevinci ve dramıyla yaşanması gerektiğini ve oluşumun bir parçası olduğunu anlıyordu. Nefesinin eşliğinde sonuna dek çabalamalı ama ortamın gerçeğine uygun davranmalıydı. Bir embriyo gibi ancak ana rahmiyle uygunluk içerisinde kalmayı başardığı, dönüşümünü var oluşun talimatlarına uygunlukta sürdürdüğü oranda yaşayabilme şansına sahip olabilirdi. Acele edemezdi, geriye de dönemezdi. Doğmak yalnızca bir aşamadan diğerine geçmek demekti.

O halde çabasını sakınmadan, içinde bulunduğu gerçekleri göz ardı etmeden, yapmacık bir iyimserlikle değil de her türlü sonuca razı olacak erdemle devam etmeliydi yoluna. Akıbeti bilinmeyenlerle doluydu ve çok az şansı vardı; yanında suyu ve yiyeceği de yoktu. Hemen şimdi kaybetmiş sayabilirdi kendini ama yine de doğal ve mantıklı bir ritim tutturmalıydı. Zihninin başköşesine oturan nazik, ufacık şans ihtimali onu şimdiye değin yaşatmaya yetmiş ve üstelik tüm görüş açısını değiştirmiş ve hatta bir kâbusa dönüşmesi muhtemel dönüşümlere yakınmadan teslim olabileceğini bile göstermişti.

Bedeni ve ruhuyla öyle ayırt edici olmalıydı ki işaretlerden başka bir şey düşünmeyerek var gücüyle bir anda doğru yerde doğru zamanda nefes alarak, gözlerini dahi kırpmadan o kısa parlama anında bir şeyler yakalayabilmeliydi. Evet, tesadüflere ve mucizelere ihtiyacı vardı, imkânlarını yitirmeden evvel çok olağan şeylerin artık bir mucize havasına girdiğinin farkında değil miydi? Farkındaydı elbette. Şu anda dışarıda olsaydı kasabanın manzarasına nasıl bir anlamla bakabileceğini düşündü. Bugün çarşıdan geçerken gördüğü bir kızın şimdi ne yapıyor olabileceğini ve kızın şimdi –tabii dikkatini çekmişse- o yabancının nerede, ne yaptığını hiç düşünüp düşünmediğini merak etti. Bilseydi ki o, şimdi başka bir boyutta hayatta kalmaya çabalamakta hem de kasabanın, belki de evlerinin çok yakınında, ama aşağılarda, ayak basmamış, akıldan bile geçmeyecek dehlizlerin birinde.

"İnanılmaz zorluklar, inanılmaz keşiflere, inanılmaz kavrayışlara götürüyor," diye söylendi.

Enerjisinin büyük bir kısmını harcıyordu belki. Doğru bir düşünce, doğru bir tasarım enerjisiz, hiçbir şeyden meydana gelebilir miydi? Korkuyordu elbette, yaşam mücadelesi vermek kolay mıydı? Bu mücadeleyi hissetmek bambaşka, olağandışı bir duyguydu. Karanlık her şeye hâkim iken ayakta kalmaya çalışmak asla kimseye tavsiye edilecek bir durum değildi. Küçük bir fotoğraf makinesi ile sonsuzluğa, uzun dehlizlere, uçurumlara, umutsuzluğa karşı durmak eşsiz bir mücadele örneğiydi. Hem doğaya, hem kendine, korkularına, zayıflıklarına, yaşamının beş-altı saat öncesindeki yavanlığına karşı koyuyordu. Öngörmediği daha kötü bir durum karşısında sonucu saygıyla karşılayacaktı. Ayağı tökezler derinlere kayarsa artık karşı konulacak doğa, yerini saygı duyulası, boyun eğilesi, sabırla katlanılası bir doğaya bırakacaktı. Tüm tercihlerini kullanıp ulaşabildiği son noktaya değin çabalayıp, gücünün ve şansının ötesinde bir durumun imkânsızlığıyla karşılaşana değin umudunu kaybetmeyecekti.

Çile çekmeyi sevdiğini zannetmiyordu. Ceza, buraya kadar gelmek, bütün bunları yaşamak olamazdı. Sıradan olmaya zorlanan ve bunu gerçekleştirmek adına kendine sürekli disiplinler, kurallar koyan, bunlarla yüceldiğini zanneden çalınmış ruhlar, satılık sahte düşler, başköşeden kalkmayan niteliksiz insanlar, olaylar, düşünceler… Yersiz, yanlış, çarpıtılmış bir dünyanın çirkefle kuşatılmış, yozlaştırılmış yaşam biçimlerinin gerçek ve biricik olarak sunulması ve öyle algılanması, aldanmayı bekleyen bireylerin zayıflıklarından başka bir şey değildi. Düşünmeden, anlamadan, fikri buluşlar yapmadan düzene boyun eğmek kastettiği şey asla olamazdı. Hayatı bir kazanç değilmiş gibi gören ve öyle düzen kurmaya kalkan sığ beyinlere ve onlara inananlaraydı kızgınlığı.

İlerledi... İlerledi...

Hiç öngörmediği sürprizler olmayacağını düşünse de yaşadıkları ortadaydı işte; ister mucize, ister rastlantı, isterse şans densin... Hayat böyle bir şeydi, belli mi olurdu.

İlerledi... Fotoğraf çekti... Yolun belki yarısını aşmıştı belki de daha derinlere gitmişti ve yalnızca sekiz işareti yakalayabilmişti. Sağa saptı, sola saptı... Çıktı, indi... Fotoğraf çekti...

İki adım atmıştı ki durdu: Gördüğü şey bulunduğu ortama aykırıydı. Emin olmak için gözlerini kapatıp tekrar tekrar açtı. Kaybolmamıştı, hala orada durmaktaydı: Karanlıkta kendiliğinden parlayan, mavi haleler saçan bir ok işareti, uzaklarda biri daha...

"İşaretler neden daha önce değil de şimdi görünür olmuştu?" 

Kurtulma içgüdüsüyle haykırmamış da bu soruyu sormuştu: Hem kendine, hem de karanlığa... Neden?

Yoksa hala rüyada mıydı? Birazdan, işe gideceği sıradan bir pazartesi sabahında mı bulacaktı kendisini.

Hayır! Rüya değildi, rüyada değildi.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

  BLOG İÇERİĞİ / LIST OF CONTENTS YAZILAR / ARTICLES -UZAKTAN (Deneme) -YAPAY ZEKÂ, PHOTOSHOP, MS WORD… (Makale) -SORULAR (Makale)   - K...