RÜYA FOTOĞRAFLARI (ÖYKÜ)
Üç yıldır hiç izin kullanmadan çalışmak
bezdirmişti ve patronunun karşısına çıkıp izin isteyecek cesareti göstermeseydi
üç yıl daha aralıksız çalışırdı herhâlde. Pazartesi sabahı uyandığında,
yatağını çalışma masası olarak gördüğü rüyasına biraz söylendi. Bugün işe
gitmeyecekti. "Pazartesi," diye üstüne basa basa heceledi. Sabahın
ilk ışıkları, diğer pazartesilerde olduğu gibi çok da rahatsız edici
yansımıyordu dünyaya.
Üzerinden büyük bir
yük kalkmışçasına derin bir nefes verip kafasını yastığın altına gömdü. "Şimdi
ne yapacağım?" Kendine sorduğu soru, uzun zamandır harekete geçmeyi
bekleyen şeylerin bir çağrısıymış gibi geldiyse de yine de isteklerini tam
olarak ifade edecek durumda değildi. Emin olduğu tek şey hayatındaki temel, derin
boşluklardı.
Sürünerek pelte gibi
yataktan indi. Videoya Laurel-Hardy kasetini taktı. Yatağa aynı şekilde
sürünerek çıkıp bir süre keyif yaptı.
Bedenindeki
uyuşukluğa aldırmayan, tanımlayamadığı canlılık dalgası anlık olarak yokladı ve
gitti. Beklentileri vardı da onu ortaya çıkarma öncesindeydi sanki. Dakikalarca
hareketsiz, tavanı seyretti.
Yataktan hızlıca
kalktı; geçen akşamdan kalan pizza parçasını kahvaltı niyetine ağzına attı.
Seyahat çantasını hazırlamaya başladı. Bu canlılığını her zaman muhafaza
edemeyeceğini bildiğinden düşüncesinden vazgeçmeden kararlılığını devam
ettirmeliydi. Çocukluğunu ve çocukluk anılarının geçtiği kasabaya gitmeyi
istiyordu. Eskileri yeniden hatırlamanın ve oraları tekrar görmenin heyecanı
onu bu seyahate özendirmişti. "O kasabaya gitmeliyim," fikri her
geçen dakika daha onaylandı kafasında. Yolda kasabaya, insanlarına ve
çocukluğuna ilişkin pek çok imgeyi zaman zaman hatırladı.
Akşamüzeri kasabaya
varmıştı bile. Babasının memuriyet görevi sırasında tam yedi yıl kalmışlardı
burada. Çocukluğu bu kasabada geçmiş, okullara ve hayata burada başlamış ve
burayı her nedense çok sevmişti.
Çocukken önünden
yüzlerce defa geçtiği otele gitti doğruca. Gün gelip de fakir görünümlü bu
otelde kalacağı hiç aklına gelmezdi doğrusu. Merdivenlerden çıkarken karmaşık
duygular içerisindeydi. O zamanlar yani bir çocukken evlerinden rahatlıkla
görülebilen bu mütevazi otelde kalmanın hangi gerekçelerle dayandığını, kalan
insanların da nasıl insanlar olduklarını ve özellikle de yüzlerini çok merak
eder, onları tanımak, duygularını öğrenmek isterdi. Otelin çok seyrek olurdu
müşterisi ve dolayısıyla da otelin balkonuna çıkan. Yalnızca iki kez, sakallı,
uzun kızıl saçlı turistleri görmüş, "İşte otelde kalan insanlar,"
diyerek ve onlarla oteli özdeşleştirmişti. Odanın kapısını açarken kendi
kendine güldü.
Doğruca balkona çıktı
ve hemen manzaraya göz gezdirdi. İşte turistleri gördüğü balkonda şimdi kendisi
bulunuyordu. Otelin önüne büyük bir apartman yapıldığından bir zamanlar
oturdukları evi göremedi ama yine de çatısının ucunu seçebiliyordu.
Yeni binalar, yeni
mahalleler, yeni dükkânlar, eski dükkânlara yeni malzemelerden cafcaflı
tabelalar vs… Gelip geçenleri bir süre seyretse de hiçbir aşina yüze
rastlayamadı.
Sabah doğruca pide
almak için eski fırına gitti. Sıcak pideden bir parça kopardığında lezzetinden
hiçbir şey kaybetmemesi onu şaşırttı. Çarşının sokaklarında dolaşırken çocukluk
anılarından başka bir şey bulamayacağını düşündüğü kasabaya niçin geldiğini
düşünmekteydi bir yandan da. Hayatında yer etmiş, unutamadığı, özlem duyacağı
birisi de yoktu. Onu buraya ne getirmiş, ne sürüklemiş olabilirdi?
Kafasını kaldırıp
yamaca doğru baktığında, bir efsane gururuyla ağızlarını açmış aslanlara
benzeyen kasabanın mağaralarını gördü. Durgun yüzünde anlamsız kasılmalar, bedeninde
ani bir ürpermeler duydu. Mağaraları çocukluğunda bir kaç kez yakından görmüş
ama içine hiç girmemişti. İşte tam sırasıydı, zamanı gelmişti şimdi girmeyi çok
istiyordu.
Tereddüt etmeden
yürümeye başladı. Beş dakika kadar yürüdükten sonra mağaralar olanca fantastik heybetiyle
karşısında durmaktaydı.
Kasabanın çıkışına
yakın bir yerde, yamaca yedi-sekiz katlı bir apartman yüksekliğinde yaslanmış,
üst üste çeşitli odalar, oyuklarla sıralanmış bir kütleydi. Kimilerine göre
binlerce yıl önce insanlar tarafından yapılmış, kimilerine göre ise tamamıyla
doğal bir oluşumdu. Uzaktan bakıldığında ise mağaralar dev kaya kütlesi
üzerinde düzenli pencereler olduğu hissini uyandırıyordu.
Aşağıdan ürkütücü
görünmesine rağmen çevresine sığınmış tek tük ev için koruyucu ruha ve güce
sahipmiş gibi heybetli durmaktaydı. Kasabalılar her zaman karşılarında duran bu
manzaranın görsel alışkanlığı ve merak eksikliğiyle olsa gerek nedense uzak
dururlar pek ilgilenmezlerdi.
Girişe ulaşmak için
yüz metre kadar dik yamacı tırmanmak gerekiyordu. Yukarıya doğru acemice çıkmaya
başladı. Kaya kütlesi her metreden sonra daha bir saygı duyulası abidevi
duruşuyla başının üstünde yükselmekteydi. Sonra çok kısa keçi yolunu takip
ederek ilk girişe ulaştı. Tavanı oldukça yüksek, uzak köşeleri yarı karanlık,
geniş bir mekân ile karşılaşmıştı. Çerçöp, içki şişeleri, boş teneke kutular,
güvercin ve keçi pislikleri dağılmıştı her bir yana. Demek ki burayı ara sıra
mekân edinen varmış, kasabanın berduşlarıyla, çobanlarıymış.
Üstteki mağaralara
nasıl çıkılabileceğini gözleriyle araştırırken uzak köşede, tabandan iki insan
boyu yüksekte duran karanlık üçgen dikkatini çekti. Nemli toprak ve gübre
kokuları arasında loş köşeye doğru ilerledi. Deliğin seviyesine çıkmayı
başarabilmişti. Bir giriş kapısı olabilir miydi? Yaklaştı ve kafasını içeriye
doğru uzatıp baktı. Evet, girintili çıkıntılı dar bir geçit vardı ve yukarıya
doğru biraz genişleyerek hafif pembe ışık demetiyle son bulmaktaydı. Işığını
yukarıdaki hücrelerden aldığı belliydi. Görebildiği kadarıyla diğer mağaralara
tek geçiş noktası orasıydı. Döndü ve bulunduğu yerden sonbahar renkleri
içerisindeki kasaba manzarasını seyredip biraz soluklandıktan sonra aşağıya
indi. Çarşıdan iki tane el feneri, yedek piller ve bisküviler ile oteline geri döndü.
Malzemelerini küçük bir omuz çantasına yerleştirdi.
Tuhaftı ama kendisini
uzun zamandır hiç bu kadar bir şeye karşı cesur, heyecanlı ve arzulu hissetmemişti.
Bilemediği bir dürtü onu mağaraya iteliyordu sanki.
Yatağına uzanır
uzanmaz rüyaları aklına geldi; hep o kırgınlık, doyumsuzluk eksiklik anları ile
son bulan ve uzun zamandan beri aksamadan devam eden o meşhur rüyaları. Olağanüstü
güzellikte, değerli kompozisyonları görüyor, o anların tutkuyla fotoğraflarını
çekmeyi istiyor ama kesinlikle başaramıyordu bunu; bazen film bitmiş oluyor,
bazen fotoğraf makinesi yanında bulunmuyor, bazen deklanşör çalışmıyor mutlaka
bir engelle karşılaşıyordu. O fantastik ve estetik anları kaçırmak katlanılır
gibi değildi. Böylesi rüyaların bezgin uyanışında kendi kendine soruyordu hep: "Bunların
anlamı nedir, neden gerçekleştiremiyorum, neden isteğime ulaşamıyorum,
engelleyen şeylerin kaynağı nedir?"
Kaynaşan düşünceler,
imgeler arasında uykuya daldı. Sabahleyin uyandığında, gördüğü rüyayı kolayca
hatırladı: Karanlığın içinde deklanşöre basıyor ve flaşlar patlıyordu. Ama neyi
çektiğini tam betimleyemiyordu; anlık ve tanımsız çizgiler, lekeler vardı
sadece. Kendini yine de memnun hissetti çünkü tam başaramasa da ilk defa fotoğraf
çekebilme eylemini gerçekleştirebilmişti. Deklanşöre basabilmesi, patlayan
flaşların keskin parıltısını duyumsaması ve bu başarı duygusu bir ilkti.
İlginç bir gün
olacağını düşünüyordu. Günün uyanışı hiç tatmadığı duygularla başlamıştı.
Fotoğraf makinelerini ve filmlerini kontrol etti; biri gözü gibi baktığı
Minolta X700, diğeri ise küçük bir makine olan Chinon'du. Yeleğini giydi, bir
kaç filmi de cebine koydu ve kendini hazır hissettiğinde otelden ayrılıp
mağaralara doğru yürümeye başladı.
Masmavi bir gökyüzü
ve ılık sonbahar güneşinin parlak ışıkları altında bütün kasabayı geçti. Hatıraları,
rüyaları, fotoğraflar, yalnızlığı, mağara, karanlık, kasaba, çocukluk anılarıyla
birlikte yürüyordu. Nihayet mağaraya ulaştığında nem kokan o ilk hava ile temas
dünü hatırlattı ve hoşuna gitti.
Yukarıdaki odacıklara
giriş olarak düşündüğü deliğe yaklaştı. El fenerini tutup kafasını içeriye
uzattı. Önce çantasını, sonra da zayıf vücudunu ileriye itti. Büyük bir
gayretle ayaklarını da üçgenin içine çekerek sürünmeye başladı. Bir an sıkışıp
kaldığını zannetse de eğilip bükülerek yukarıya doğru altı-yedi metre
süründükten sonra zar zor da olsa kendini ışığa doğru iteleyebildi. Delikten
sıyrılarak yukarı çıktığında nefes nefese kalmış, her tarafı toza bulanmış,
giysilerine rağmen kolları hafif çizilmişti.
Çıktığı yer, giriş
ağzının üst katıydı. Kasaba buradan daha güzel görünmekteydi. Manzarayı seyredip
Minolta ile bir kaç fotoğrafını çekti. Yan tarafındaki diğer hücrelere kolayca
geçişi sağlayan girişler vardı. Odacıkları bir bir gezdi. Doğal basamaklar onu
bir üste çıkardı ve sonunda kendisini daha da heyecanlandıracak şeyi gördü: Arka
hücrelerin birindeki duvarın dibinde, zeminden daha aşağıda bulunan kocaman bir
giriş vardı.
Temkinli üç adımla indi
ve el fenerini açarak içeriye tutunca uzun, upuzun bir dehlizin başında
durduğunu anladı. Minolta’ya flaş takıp deklanşöre iki kez bastı. Çakan flaşın ışığıyla
içeriye, 'geliyorum' der gibiydi. Kararlılığından hiç tereddüt etmiyordu, gireceğini biliyordu ama yine de kaygıları vardı.
Mağaranın ağzı,
gizemli evin arka bahçesine açılan bilinmeyen bir kapı gibi ürkütücü, soğuk ve cezbedici
duruyordu. Kafasını eğerek yavaşça girdi ve ilerlemeye başladı…
Dışarının sesi ve
ışığı her adımdan sonra git gide sönükleşirken gözleri de karanlığa yavaş yavaş
alışıyordu. Dehliz bazen hafifçe sendeletecek kadar inişli çıkışlıydı ama yine
de kolay ilerleniyordu. Yan duvar çeperleri elle düzeltilmişçesine düzgün ve
pürüzsüzdü. Yirmi beş-otuz metre kadar gitmişti ki keskin bir dönüşle istikamet
sağa kıvrıldı. Fenerini açtı, bir an geriye dönüp ışığın cılız pembeliklerine
bakarken kendine sordu: "Devam etmeli miyim, geriye dönebilecek miyim?"
Adımlarının birinde
hafif sendeleyince hissetti ki dehliz aşağıya doğru eğim yapmıştı. O âna dek
bulanık da olsa seçebildiği çantası, doğal ışığı hiç yansıtmıyordu artık. Her
adımında hava gitgide soğuyor, karanlık ürpertici bir hal alıyordu. Her an
önüne bir şey çıkacakmış gibi tedirginlik duyduğu anlardı. Yanına kendini savunacak,
koruyacak bir şey almadığını anladı. Pişmanlığı çok kısa sürdü ama cesaretine
şaşırmadı da değil.
Az sonra fenerin
ışığı karanlığı ikiye ayırdı. Karşısında iki giriş vardı; hangisini tercih
etmeliydi? Hiçbir fikri yoktu; feneriyle ikisini de kontrol etti, hemen hemen
aynı görünüyorlardı. Soldakinde karar kıldı. Çantasından bir tebeşir çıkararak,
dehlizin ağzına, geldiği yönü gösteren bir ok çizdi. Bir dağcının halatı gibi,
kendisini hayata bağlayacak, geri dönüş şansını devam ettirebilecek güvenceyi
hissetti.
Kestiremediği,
bilemediği bir şeye itaat eder gibi gitmekteydi. Aklı böylesi bir yere
kesinlikle girmemesi gerektiğini ve acemi şansını zorlamamasını söylerdi her
hâlde. Kendi ruhunun derinliklerine bir tecrübe ve yolculuk muydu bu? Neydi onu
böylesi tehlikeli bilinmeyene çeken?
İçeride bir hayat
belirtisi olup olmadığına karar veremedi; ne bir böcek ne bir yarasa gördü. İlerlemeye
devam ederken dehlizin genişlediğini, artık kafasını eğmediğini fark etti. Her
on metrede bir okları çizmeyi de ihmal etmiyordu.
"Mantıklı mı bu,
gidiş nereye?" Bunları yüksek sesle söylemişti. Kelimeler yankısız, soğuk karanlığa
dağıldı. Kendini kaybetmeye, yok etmeye mi çalışıyordu, sıra dışı bir şeylerin
sezgisiyle rüyalarında ulaşamadığı tatmin duygusuna ulaşmaya mı çabalıyordu?
Fenerini duvara
tutarak, bir ok daha çizdi. Fotoğraf makinesini dehlize ortalayıp deklanşöre
bastı. Ani ışık karanlık gökyüzüne açılmış gibi dehlizin ötelerinde kayboldu.
Tedirginliklerden arta kalan tüm cesaretini toplayarak ilerlemeye devam etti.
Bir ara fenerin ışığı gidip geldi. O an sanki hiçliğe ve zaman dışılığa
dokunmuştu; maddeden sıyrılmış bir ruh oluşumunda, karanlık ve duyumsuz ama
bilinç hala yaşıyorken.
Büyük bir galeriye
ulaştı. Seçebiliyordu ki üç adam boyu derinlikteki çukurluğa kaya kütleleri ve
taşlar dökülmüştü. Çukurluğun karşı tarafında yine irili ufaklı dehlizlerin
ağızlarını belli belirsiz görebiliyordu. Feneri aşağıya doğru tutup her
tarafını dikkatle taradı. Cılız griler, silik turuncular arasında çeşit çeşit
gölgeler, ürkünç ve cisimsiz hayali yaratıklar gibi fenerin her hareketiyle oynaşıyor,
büyüyüp küçülerek adeta uçuşuyorlardı. Nereden inebileceğini kestirebilmek için
dikkatlice göz gezdirdikten sonra kafasında inebileceği bir yol çizdi. Ama önce
olduğu yere çökerek, yanına aldığı şeyleri ve diğer el fenerini kontrol etti,
Minolta’yı çantasına yerleştirdi. Cebinden çakmağını çıkarıp iki kere yaktıktan
sonra tekrar cebine koydu.
Yakınında
hissedebildiği ve güvenebildiği tek şey kendisi, iradesi, cesareti ve çantasında
taşıdıklarıydı. Dışarıdan ve bilinenden uzak, hâlâ karanlık ötelerden bir
şeyler umduğu o yoklukta normal biri olmadığına karar verdi. Varlığı ve
arayışları iç içeydi. İçsel arayışları, dış dünyaya ait şeylerin gittikçe
sönükleştiği sanki başka bir dünyaya ait mekânda, ani ışıklarla aydınlanan
yollar, dönemeçler, ayırımlar, dehlizler, korkular, tutkularla çevrelenmişti.
Çukurluğu geçmeliydi,
aşağıya inmeye başladı. Bazen tahmin ettiğinden de hesapsız kalıyordu adımlarını
bir sonraki kayaya basmak. Çıkarken ise hayli zorlandı; inişe göre daha yüksek,
kayalar daha nemli, kaygandı. Fenerle önünü tararken gördüğü şeye inanamadı. Hayal
mi, gölgelerin oyunu mu olduğunu anlayabilmek için yaklaştı. Tılsımını
bozmaktan çekindiği hazineyi bulmuşçasına korkuyla karışık bir duygu girdabı ile
irkildi. Otuz santim kadar uzunlukta, düzgünce kayaya kazınmış, koyu rengiyle
kolay ayırt edilebilen bir ok işaretine dokunuyor ve parmağı hafif oyuğu
hissedebiliyordu.
Geldiği yönü gösteren,
kendi çizdiklerine benzeyen şu işaret de neyin nesiydi? Sakinleşmeye çalışarak
saatine baktı: Mağaralara gireli bir buçuk saat geçmişti. Gülümsemediği halde
gülümseyebileceğini hissetti. Ne zaman kazındığı bilinemezdi ama yeni olmadığı
da kesindi. Kesinlikle, bilinçli olarak kazınmış bir işaret olduğuna karar
verdi. İçinden, "buldum!" diye haykırmak geliyordu ne bulduğunu tam
bilmeden.
Hışırtılarla bisküvi
paketini açtı. Bir kaç tane yedikten sonra zihnini kamaştıracak başka işaretler
aradı ama yakınlarda başka göremedi. Feneri ile sağı ve sol taradı sanki
bulduğu işaretlerin anlamını kendisine anlatacak birilerini bulmak isterken çok
heyecanlıydı.
Diğerlerine göre daha
geniş olan dehlizin girişine yakın ama yüksekte duran bir ok işareti ile daha
buldu. Küçük makineyi çıkartıp bunun bir fotoğrafını çekti. İşaretli olan en
büyük giriş ağzıydı ve hafif bir eğimle aşağıya doğru derinliği seziliyordu. Dehlizin
tavanındaki yüzlerce irili ufaklı sivri çıkıntıyla fantastik bir yaratığın ağzının
içindeymiş izlenimine kapıldı. On beş-yirmi adım sonra, çok geçmeden başka bir
işareti de bulunca yürüyüşünü hızlandırdı. Oklar geldiği tarafı göstermeye
devam etmekteydi. Fenerin ışığı, genişleyen ve giderek aşağıya giden dehlizi
aydınlatmakta yetersiz kalırken pilinin bitmek üzere olduğunu fark etti. Diğer
feneri çıkarıp açtığında güçlü ışığın etkisiyle mekânın görsel ve boyut algısı
değişmişti. Kendisini şimdi daha rahat hissetti.
Devam ederken yoluna artık
çoktan beridir işaret koymuyor, öncekilerle devam ediyordu. Okların yönü çıkış
noktasını gösterse de, her sonraki işaret ileriye kılavuzluk ederek onu işaretlerin
başlangıcına götürüyordu. Oklar şu durumda iki başlıydı sanki gitmek ile gelmek
arasındaki kararı yolcuya bırakan gizemli yol göstericilerdi. Bu işaretçi(ler)
nereden gelmiş, nereye gitmişti?
Durakladı ve bir kaç
flaş daha patlattı. İlerlemeye devam ettikçe işaretlerin daha kusursuz ve
düzgün kazındığını görüyordu. Kimi zaman sağa, kimi zaman sola kazınmış halde peşlerinden
dehlizden dehlize giriyor, kâh aşağıya iniyor, kâh yukarıya çıkıyor, kâh
sürünerek, kâh çömelerek ilerliyor ama her adımda daha derinlere gidiyordu istikamet.
İşaretleri bir ara bulamayınca, tebeşirle kendisi bir ok çizdi. O kadar çok
dehliz, galeri vardı ki tek bir işareti bulamasa ya da kendisi işaret koymasa geriye
dönmesi ve yolunu bulabilmesi artık mümkün değildi.
Mağarada hala yaşayan
biri var mıydı? Kim nereye gitmiş ve nereden gelmişti? İşaretlerin gerçek amacı
neydi? "Bir şeyler olmalı ki..." diye söylendi hırıltılı sesiyle. Heyecan,
koşuşturma, ter ve sıcak basmaları arasında pek fark etmese de bulunduğu ortam çok
çok soğuktu.
Kendinden önce
işaretleri koyan kılavuz hangi yöne gidişiyle başarılı olmuştu? İşaretleri
yolun başından itibaren mi yoksa yolun sonundan başlayarak mı yapmıştı? Yolun sonu var mıydı ve önemlisi yolun
sonunda ne vardı?
Kısa bir mesafeyi
sürünerek gitti çünkü tavan hayli alçaktı. Tekrar doğrulduğunda dehlizin geniş
ve dümdüz olduğunu fark etti. Diğerlerine pek benzemiyordu burası; tavanı çok
yüksek, çeperleri çok düzgündü ve adeta geniş bir boruyu andırmaktaydı.
Yürüyordu hem de çok
rahat. Ne pütürlü bir zemin, ne alçak ve tehlikeli tavanlar, ne de önünde
geçmek zorunda kalacağı bir engel. Adımları gitgide hızlandı ve hatta koşmaya
başladı. İçine sonsuz bir enerji dolmuş gibi hızlı ve delice koşmaya başladı. Sanki
hasret içinde bir sevgili "buradayım" der gibi onu çağırırken o da
koşuyordu. Bomboş, geniş, kenarları ağaçlıklı, huzurlu, dümdüz, keşfedilmemiş
bir yolda uçar gibi…
Ta ki ayağı takılıp yuvarlanıncaya
dek. Düşerken çarpmanın etkisiyle tavanın açılıp, mavi gökyüzünde şirin güneşin
göründüğünü zannetti. Öyle şiddetli yuvarlanmıştı ki, çantasıyla elindekiler
her bir tarafa savrulmuş baygın halde düştüğü yerde öylece tortop kalmıştı. Kalkmaya
yeltenemedi çünkü nefesini zar zor alabiliyordu. Ne kadar zaman yarı baygın
kaldığını bilemeden bir süre baş dönmeleri ve uğultular arasında yattı.
Acı içinde
kıvranırken biraz uzağa fırlayan fenerin ışığı beynindeki parlamanın yerini aldı.
Sürünerek el yordamıyla çantasını ararken eline küçük fotoğraf makinesi geldi.
Önündeki karanlığa birkaç kez flaşı patlattı. Işık, baygın gözlerinin önünden
akarak kayboldu. Yine bir galeri ya da dehliz görmeyi beklerken hiçbir şey
aydınlanmamış, hiçbir şey ile karşılaşmamış sanki karanlık tarafından
yutulmuştu. Bilinçdışı bir hareketle parmakları ardı ardına deklanşöre bastı.
Hayır yoktu... Gözleri birazcık ışık görmek istese de ne gri, ne başka bir renk,
ne de karanlık karşıtı bir şey. İki kez daha deklanşöre dokundu; Işığın
gösterebildiği tek şey uçuşan toz parçacıklarıydı ama onu bile duyumsayamadı.
Sürünürken bir elinin
boşluğa geldiğini hissedince olduğu yere toparlanarak oturdu. Bacakları destek
alabileceği yüzeyi hissetmeyince ani bir içgüdüyle geriye çekilerek toparlandı.
Nasıl bir an yaşıyordu, nereye gelmişti? Elini öne doğru uzattığında, daha da soğuk
bir uzay boşluğun varlığını hissetmişti. Belki de okyanuslar kadar derin, çok
daha karanlık bir uçurum mu vardı az ötesinde. Dudakları titrerken hem hiçbir
şeyden emin olamıyor hem de böylesi bir şeye inanmak da istemiyordu.
Elini yere sürterek
bir taş parçası aradı ama bir şey bulamadı. Sürünecek takati kendinde
göremiyordu. Aklına yeleğinin cebindeki anahtarlar geldi; çıkartıp karanlığa
doğru savurdu. O sessizlikte nefesini bile içten içe işitirken, anahtarlık hiç
ses vermeden aşağılara doğru kaybolup gitti. Adeta kör olmuştu, gözünü açması
ya da kapatması arasında hiçbir fark yoktu.
İçgüdüsel bir
tepkiyle omzundaki çantanın ağırlığını hissetmek istedi. "Çantam!"
diye söylendi. Yoktu, öne doğru fırladığını hatırladı; oraya, o derinliğe düşürmüştü.
Geriye doğru fenere sürünmeye başladı. Ayağına takılan şeyin yakındaydı fener
ve her an pili bitti bitecek gibi azıcık ışıyordu. Uzanıp aldığında sıkıca
tutup hafifçe salladı.
Dehşetli heyecanının
bastıramadığı ağrı ve acıları içerisinde ayağına dolanan şeyi de çok merak ediyordu.
Fenerin kedigözü kadar cılız ışığı gözlerine inanamayacağı bir şeyi
gösteriyordu. On-on beş santim yüksekliğinde, dehlizin tam ortasında, kare bir
kaide durmaktaydı. Elini uzattı ve dokunarak anlamaya çalıştı. Yüzeyi o kadar
pürüzsüzdü ki eli âdeta cila üzerinde kayıyordu. Donuk, soğuk kayaların
arasında nedense eline daha ılık geldi. Videosu büyüklüğündeki bu taş anıtı,
kim, neden, nasıl yapmış olabilirdi? Parmaklarını yüzeyinde gezdirirken derin
olmayan oyukluk hissetti. Bedenindeki ve zihnindeki uyuşmalara rağmen kafasını
ve de fenerini iyice yaklaştırarak seçmeye çalıştı. Evet, kesinlikle bir ok
işaretiydi bu; yönü önceki işaretlerde olduğu gibi geldiği tarafı gösteriyordu.
Uçurumun eşiğine konulmuş, belki binlerce, belki de on binlerce yıl öncesinden
bir anıt vardı karşısında. Hevesle girdiği mağaranın kapısı artık çok uzaklarda
da olsa bu anıtsal şey gitmesi gereken yeri ve yönü gösteriyordu. Ayağının
takılmasının tesadüf olup olamayacağını, nasıl yorumlaması gerektiğine de tam karar
veremedi. Aradığı şeyi bulduğunu ama şimdi asıl bulması gerekenin çıkış kapısı
olduğunu simgelediğini düşündü.
Düş ve gerçek ötesi öğeler
arasında kimsenin bulamayacağı bir yerde yapayalnızdı. Olduğu yere yığılıp
kaldı. Soğuk terlerle bedeni daha da nemlenmiş, cımcılık olmuştu.
Rahatsız, sonuçsuz,
zamansız bitişlerle yarım kalan rüyalarını hatırladı; bilhassa son rüyasında
flaşın ışığına benzer, hiçbir şeyi aydınlatmayan keskin yansımalar görmüştü.
Şimdi rüyasını tamamlamak yoksa kendi elinde miydi? Küçük fotoğraf makinesini
eline aldı ve anıtın fotoğraflarını çekmeye başladı. Rüyalarında ulaşamadığı ve
hiçbir zaman çekmeyi başaramadığı fotoğrafları hatırladı filmin son karesine
değin...
Cebinden yeni bir
film çıkartarak el yordamıyla makineye taktı. Tam bu sırada fenerin son
ışıltısı da gidince öylece donakaldı. Artık mutlak karanlığın ortasındaydı. Elini
yeleğinin cebine attı. Çakmağını arıyordu yoksa öbür cebinde miydi? Bütün
ceplerinde defalarca olmayan çakmağı defalarca aradı. Yeleğin ellenmedik,
avuçlanmadık tarafını bırakmadı ama nafile. Fermuarı açık cebinden fırlayıp kim
bilir nereye gitmişti. Yedek malzemelerin akıbeti gibi diğer çakmakta aşağıya
yuvarlanan çantanın içerisindeydi. Kulağındaki kahredici çınlamanın haricinde
duyduğu tek ses göğsünden çıkacakmış gibi çarpan kalbi ve hırıltılı, buz gibi
soluğuydu. Uzun süre yerlerde çakmağı aradı, bulamayacağına kanaat getirince fenerin
pillerini çıkarıp koltuk altında ısıttı, salladı ve tekrar yakmayı denedi.
Titreyen ellerindeki fenerin ampulü hafifçe ışıdı ama kendisi gibi takatsizdi.
Ne ağladı, ne bağırdı,
ne küfürler savurdu, hiçbirini yapamadı. Ne ürperme, ne titreme, ne kendin
geçme, ne de başka bir tepki; hareketsiz ve tepkisiz öylece kaldı. Dehşetli
tedirginliği en derinden yaşamasına rağmen yine de kendini tamamıyla kaybetmedi.
Büzülüp olduğu yerde kaskatı kaldı bir süre. Son kalan tüm gücünü korkunç
duruma dayanmaya hazırlandı.
Karanlık, dolambaçlı,
ürkünç ve ulaşılmaz dehlizlerde seçemediği işaretlerle tek başına kalmıştı
artık. Elinde ise yalnızca bir küçük fotoğraf makinesi... Sevgili Chinon…
Bir an sanki bütün
bunlar yaşanmamış, hiç biri olmamış, yatağında büzülmüş yatıyormuş gibi hayali etti.
Tekdüze günün ilk bezgin dakikalarını yaşıyormuş, kahvaltıyla birazdan kendine
gelecekmiş gibi hayal kurdu.
Doğrulmaya çalışarak hafif
sendelemelerle ayağa kalktı. Geldiği tarafa doğru ilk adımını attı. El
yordamıyla duvara tutuna tutuna ilerlemeye başladı. Girdiği son dehlizin dümdüz
olduğunu bildiğinden gereksiz yere flaşı patlatıp makinenin pilini harcamaktan
sakındı. Aslında çok uzun bir tüneldi ne kadar yürümesi gerektiğini bilemiyordu
çünkü geldiği mesafeyi o anların coşkusuyla hesaplayamamıştı. Ancak saatler
sonra tutunduğu duvarın pütürlü dokusundaki değişikliklerden giriş noktasına
geldiğini anladı. Gözünde canlandırmaya çalışarak deklanşöre bastı. Saniyenin
binde biri kadar bir süre aydınlanan mekânda pek çok siyah-beyaz lekeden oluşan
bir parlama seçebilmişti ancak. Ön tarafa doğru iki adım atıp tekrar deklanşöre
bastı. Hemen hemen aynı enstantane sonrasında yine hiçbir fikir oluşamadı
zihninde. Nereden geldiği, hangi yöne gideceği, hangi dehlize sapacağına
ilişkin en ufak bilgisi ve sezgisi yoktu. Ne yapmalıydı? İşaretler neredeydi,
bilemiyordu. Bu arada flaşın kendini şarj etmesinin normalden altı-yedi saniye
daha uzun sürdüğünü fark etti.
Boynundan aşağıya
soğuk ve ılık sıvılar sızıyordu. Eliyle boynunu, yüzünü sildiğinde parmak araları
yapış yapış olmuş, üstelik boynundaki sızı da artmıştı. Kıyafetinin ucuyla kanayan
boynunu daha nazikçe sildi.
Birkaç dakika ağır ve
temkinli adımlarla duvara tutunarak yürümeye çalıştı. Bir kez sağa, bir kez de
sola saptı ama bu dönüşlerini bilinçli olarak yapmadı. Yürüyor, sapıyor,
duruyordu... Elli metre sonra bir flaş anında ilk işareti buldu. Sevindi mi
bilinmez ama onlarca belki de yüzlerce işarete denk gelmesi hiç mümkün
görünmüyordu. Arayışın her fotoğrafından/flaşından sonra sonsuz ve içinden
çıkılmaz karanlıkta duyumsuz, doyumsuz ve nefes nefese kalakalıyordu. Çekeceği
her fotoğrafta kendini yaşatacak işaretleri bulmak ve görmek zorunda olmanın
ağırlığı her hücresine sinmişti. Aydınlığa giden bu yol, anlık ve şanslı aydınlanmaların
arkasına gizlenmişti. Çerçeveleme kaygısı duymadan, tesadüflere ve kalan
sezgilerine güvenerek deklanşöre basmaya devam etti karmaşık göz göz
dehlizlerde...
"Şu zavallı
farenin haline bak!" diye neredeyse gülümseyerek söylendi. Makinenin
yalnızca ışığına ihtiyacı olduğu halde aynı zamanda fotoğraflarını çekiyor
olmasını yaşamaya özendirici, cesaret verici bir davranış olarak algıladı.
Sonra o fotoğraflara bakarken ne hissederdi acaba? En önemlisi onları eline alıp
bakabilecek miydi?
İskeletlerle dolu,
çıkamayacağı bir kuyuya düşeceğini düşündü. "Yok, yok, belki de daha önce buradan
geçenler hayatlarını sürdürmenin bir yolunu bulmuşlardır gizli
medeniyetlerinde!" Yüzünü sıkıntıyla sıvazladı. Aklına her türlü
fantastik, ürkütücü düşünce akın ediyordu. "Kaldım buralarda…"
diyerek umutsuzca söylendi. "Belki de şahane bir peri köşede beni
bekliyordur, kucağına alıp, göğsüne bastıra bastıra beni otelime uçuracaktır."
Bir parçacık, az, cılız bir ışığa sahip olsa her
şey nasıl da farklı olurdu. İşaretleri bir bir bulur, koskoca güneşle hayatını
taçlandırabilirdi… Her şeyi değiştirebilirdi. Yol belliydi, işaretlenmişti,
yanı başındaydı ama bir o kadar da uzak, belirsiz, bilinmez, gizli ve sapaydı…
Işık şimdi bu labirent içinde hayatla eş anlamlıydı. Elinde tutacağı bir mum ne
kadar anlamlı kalacaktı şu karanlıklar okyanusunda. Gün ışığında hiçbir anlam
ifade etmeyecek mumun varlığı ve işlevi, gücü şu anda, burada her şey demekti.
Her şey…
Mumun ve temsili yol göstericinin nezdinde,
aklın, idrak etmenin kıymetli bir şey olduğunu, bir şeyin başka bir şey
olabileceğini, duyusal, düşünsel ve psikolojik ilkelliğin bizi hayatın
olanaklarından mahrum bıraktığı kanısına vardı. Yeni anlamlara ihtiyacımız
olduğunu, her insan kendince buluşlar yapması gerektiğini ve böylece anlam ve
farkındalık alanı genişleyebileceğini düşündü. Cevherler basitti belki ama
farklı bakış açılarıyla anlaşılabilirdi içerikleri. Bu ise insanın kendisi,
hayatı ve Evren hakkında yeni yollara girmeden, kat etmeden, işaretlerle
karşılaşılmadan tam anlamlandırılamıyordu. İnsanın kendini var etme çabası
anlamın kendisi miydi?
Şu soruyu kendine
sordu: "Burada değiştirebileceğim ne vardır? Ortamı etkileme gücüm var mı?
Yok! Oysa dışarıda her insanın ortamı değiştirme ve kendini geliştirme gücü
vardır. Dışarıda ortamı isteklerimize uydurmaya çabalarken, kendimizi
değiştirmeyi ve geliştirmeyi düşünemeyiz. Buradaki değişimim sonuçta bana ne
kazandırır?" Basit sorular sormuştu kendine. Pek çok şeyden emin değildi
ama kesinlik arz eden şey karanlık diplerde tek başına olduğunu biliyor
oluşuydu. Cevapların ne olduğundan çok sorular önemli ve değerliymiş gibi
geldi. İçinde belli belirsiz cesaret, bir kıpırtı ve bir dirilme seziyordu ama
acaba buradan gerçekten kurtulabileceği inancını yaratabilecek miydi? "Cesaret!"
diye söylendi. Şimdi cesur olma zamanıydı işte. "Aklımı mı kaçırıyorum?"
diye söylendi. Tam bir kara mizah durumu oluştuğunun farkındaydı.
Hissettiklerinin yolcuğun tuhaf ve grift dokusuna uygun düştüğüne ise hiç kuşku
yoktu.
Olduğu yere çöktü.
Kalkmak için yeltendi ama tekrar çöktü. Ne hissediyorsa artık bilinçaltına
atılacak, yüz yüze gelmekten korkulacak, kaçılacak durumu çoktan aşmıştı.
Gerçekler karşısında kendisi ve içgüdüsü ne daha çok şey umabilir, ne daha çok
endişeye kapılabilir, ne de daha çok korkabilirdi. Kaybedecek ne kalmıştı
zaten, neyden kimden korkacak, kimden çekinecekti. Kendinden başka hiç kimsenin
olmadığı zifiri yoksunluk içerisinde korku da bir, sevinç de bir, bilgi de bir,
eylem de birdi.
Uzaklardan ama
nereden geldiği belli olmayan bir ses işitti: "Kalk ve düşeceksen yürürken
düş." Kendi telkiniydi kulaklarında duyduğu.
İçindeki tüm
kokuşmuş, sonuçsuz, tarifsiz birikintiyi sonsuz karanlığa delice boşaltırken titriyor,
dişleri birbirine vuruyor, amansız mücadele veriyordu. Eğer karşısında bir ayna
olsaydı gözlerinde kendisin de henüz açıklayamadığı bir parlamayı
görebilecekti.
Titremesi durduğunda
kalbi, önündeki tıkanıklığı aşmışçasına ağrısız çarpıyordu.
Bütün bu karmaşanın
önünde ayrışan ve dile gelen şu düşüncesiydi: "Yaşamak!" Göz
pınarlarında bir ıslaklık hissetti. "Ben yaşıyorum!" diye bağırdı. "Doğmak
çaba gerektirir," diye mırıldandı. Hayat olmayan, bağlantısız, gizil,
ürkünç atmosfer içinde yaşadığını hissetmeye başlamak... Hayata karşı
alışkanlıklarla geriye itilemeyecek bir saygı uyanmıştı içinde. Bir başkası ne düşünürdü
bilinemezdi ama her şeyi gizleyen karanlığın içerisinden bazı şeyler görünür,
yaşanır olmuş ve âdeta aydınlatmıştı. Yaşadığının farkına varmıştı, otuz sekiz
yıldan beri ilk kez.
Ayrışan bir düşünce
daha belirmişti: asla mutlak öteyi düşünmeyecekti. Sonrası bizim takdir
edeceğimiz bir şey değildi. Şu anın tüm sevinci ve dramıyla yaşanması
gerektiğini ve oluşumun bir parçası olduğunu anlıyordu. Nefesinin eşliğinde
sonuna dek çabalamalı ama ortamın gerçeğine uygun davranmalıydı. Bir embriyo
gibi ancak ana rahmiyle uygunluk içerisinde kalmayı başardığı, dönüşümünü var
oluşun talimatlarına uygunlukta sürdürdüğü oranda yaşayabilme şansına sahip
olabilirdi. Acele edemezdi, geriye de dönemezdi. Doğmak yalnızca bir aşamadan
diğerine geçmek demekti.
O halde çabasını
sakınmadan, içinde bulunduğu gerçekleri göz ardı etmeden, yapmacık bir
iyimserlikle değil de her türlü sonuca razı olacak erdemle devam etmeliydi
yoluna. Akıbeti bilinmeyenlerle doluydu ve çok az şansı vardı; yanında suyu ve
yiyeceği de yoktu. Hemen şimdi kaybetmiş sayabilirdi kendini ama yine de doğal
ve mantıklı bir ritim tutturmalıydı. Zihninin başköşesine oturan nazik, ufacık şans
ihtimali onu şimdiye değin yaşatmaya yetmiş ve üstelik tüm görüş açısını
değiştirmiş ve hatta bir kâbusa dönüşmesi muhtemel dönüşümlere yakınmadan
teslim olabileceğini bile göstermişti.
Bedeni ve ruhuyla
öyle ayırt edici olmalıydı ki işaretlerden başka bir şey düşünmeyerek var gücüyle
bir anda doğru yerde doğru zamanda nefes alarak, gözlerini dahi kırpmadan o
kısa parlama anında bir şeyler yakalayabilmeliydi. Evet, tesadüflere ve
mucizelere ihtiyacı vardı, imkânlarını yitirmeden evvel çok olağan şeylerin
artık bir mucize havasına girdiğinin farkında değil miydi? Farkındaydı elbette.
Şu anda dışarıda olsaydı kasabanın manzarasına nasıl bir anlamla bakabileceğini
düşündü. Bugün çarşıdan geçerken gördüğü bir kızın şimdi ne yapıyor
olabileceğini ve kızın şimdi –tabii dikkatini çekmişse- o yabancının nerede, ne
yaptığını hiç düşünüp düşünmediğini merak etti. Bilseydi ki o, şimdi başka bir
boyutta hayatta kalmaya çabalamakta hem de kasabanın, belki de evlerinin çok
yakınında, ama aşağılarda, ayak basmamış, akıldan bile geçmeyecek dehlizlerin
birinde.
"İnanılmaz
zorluklar, inanılmaz keşiflere, inanılmaz kavrayışlara götürüyor," diye
söylendi.
Enerjisinin büyük bir
kısmını harcıyordu belki. Doğru bir düşünce, doğru bir tasarım enerjisiz,
hiçbir şeyden meydana gelebilir miydi? Korkuyordu elbette, yaşam mücadelesi vermek
kolay mıydı? Bu mücadeleyi hissetmek bambaşka, olağandışı bir duyguydu.
Karanlık her şeye hâkim iken ayakta kalmaya çalışmak asla kimseye tavsiye
edilecek bir durum değildi. Küçük bir fotoğraf makinesi ile sonsuzluğa, uzun
dehlizlere, uçurumlara, umutsuzluğa karşı durmak eşsiz bir mücadele örneğiydi.
Hem doğaya, hem kendine, korkularına, zayıflıklarına, yaşamının beş-altı saat
öncesindeki yavanlığına karşı koyuyordu. Öngörmediği daha kötü bir durum
karşısında sonucu saygıyla karşılayacaktı. Ayağı tökezler derinlere kayarsa
artık karşı konulacak doğa, yerini saygı duyulası, boyun eğilesi, sabırla
katlanılası bir doğaya bırakacaktı. Tüm tercihlerini kullanıp ulaşabildiği son
noktaya değin çabalayıp, gücünün ve şansının ötesinde bir durumun imkânsızlığıyla
karşılaşana değin umudunu kaybetmeyecekti.
Çile çekmeyi
sevdiğini zannetmiyordu. Ceza, buraya kadar gelmek, bütün bunları yaşamak
olamazdı. Sıradan olmaya zorlanan ve bunu gerçekleştirmek adına kendine sürekli
disiplinler, kurallar koyan, bunlarla yüceldiğini zanneden çalınmış ruhlar, satılık
sahte düşler, başköşeden kalkmayan niteliksiz insanlar, olaylar, düşünceler…
Yersiz, yanlış, çarpıtılmış bir dünyanın çirkefle kuşatılmış, yozlaştırılmış
yaşam biçimlerinin gerçek ve biricik olarak sunulması ve öyle algılanması, aldanmayı
bekleyen bireylerin zayıflıklarından başka bir şey değildi. Düşünmeden,
anlamadan, fikri buluşlar yapmadan düzene boyun eğmek kastettiği şey asla
olamazdı. Hayatı bir kazanç değilmiş gibi gören ve öyle düzen kurmaya kalkan
sığ beyinlere ve onlara inananlaraydı kızgınlığı.
İlerledi...
İlerledi...
Hiç öngörmediği
sürprizler olmayacağını düşünse de yaşadıkları ortadaydı işte; ister mucize,
ister rastlantı, isterse şans densin... Hayat böyle bir şeydi, belli mi olurdu.
İlerledi... Fotoğraf
çekti... Yolun belki yarısını aşmıştı belki de daha derinlere gitmişti ve
yalnızca sekiz işareti yakalayabilmişti. Sağa saptı, sola saptı... Çıktı, indi...
Fotoğraf çekti...
İki adım atmıştı ki durdu:
Gördüğü şey bulunduğu ortama aykırıydı. Emin olmak için gözlerini kapatıp
tekrar tekrar açtı. Kaybolmamıştı, hala orada durmaktaydı: Karanlıkta
kendiliğinden parlayan, mavi haleler saçan bir ok işareti, uzaklarda biri
daha...
"İşaretler neden
daha önce değil de şimdi görünür olmuştu?"
Kurtulma içgüdüsüyle
haykırmamış da bu soruyu sormuştu: Hem kendine, hem de karanlığa... Neden?
Yoksa hala rüyada
mıydı? Birazdan, işe gideceği sıradan bir pazartesi sabahında mı bulacaktı
kendisini.
Hayır! Rüya değildi, rüyada değildi.
Yorumlar
Yorum Gönder