ŞEMSİYE (ÖYKÜ/BİLİM-KURGU)
Gelecek zamanda yine gri,
sıkkın bir gün...
Televizyonu izlerken
aniden hiddetlendi yaşlı adam, "Mide kafalı adamlar! Lahana bile yetişmiyor
artık bu topraklarda!"
"Sakin ol,
sinirlenme bey!" dedi mutfakta bulaşık yıkayan karısı. "Ülserin
azacak!" Kadın hem kocasını hem de televizyonu bulunduğu yerden
görebiliyordu.
"Midemi
bıraktılar, mide kafalılar! Hâlâ bizi düşünmekten bahsediyorlar!" Nefretle
televizyona doğru tükürdü. Tükürüğü televizyonun camına iğrenç kütlesiyle
yapışıp akmaya başladı.
Kadın, ne yapacağını
bilmez halde başını iki yana salladı. Kocasının daha da sinirlenip televizyona
vurmasından korkuyordu. Tek eğlencesi, tek arkadaşı televizyondu ve ondan
mahrum kalma düşüncesi bile kendini kötü hissettiriyordu.
Adam, televizyonun
yanına gidip kanal düğmelerine sertçe vurdu. Kadın gözlerini sımsıkı kısarak
televizyondan herhangi bir ses gelmesini bekledi. Duyar duymaz, "Allah'a
şükür," diye mırıldandı. Televizyon bozulmamıştı ve hâlâ ses veriyordu.
Değişen kanalda,
zayıf yüzlü, ıslak görünümlü saçlarıyla, kravatı büyükçe bağlanmış sevimsiz bir
adam neşeli ve işveli sesiyle, "Sizlere muhteşem haberlerim var ve bu anı
sizinle paylaşmak benim için büyük onur, öyle heyecanlıyım ki…"
Ekranın altında bir
yazı belirdi. "Ulusal Müze Müdürü ........." Televizyondaki adamın
yüzü kendiliğinden iğrençti ama yaşlı adamın fırlattığı tükürük de yüzünün tam
ortasına denk gelmişti. Şimdi ekran tam olarak iğrenç ve seyirlik olmuştu.
"Ne o, patates
dağı mı buldunuz?" diye öykündü yaşlı adam.
"Sahi, patates dağı mı bulmuşlar?" diye atıldı
karısı.
"Patates dağı
olur mu be salak kadın!" diye azarladı. Öfkesi daha da artıyordu ve
şakaklarındaki kalın damarlar fırlayacakmış gibi çıkmıştı.
Televizyondaki adam, "Bunu
sizinle paylaşmak gerçekten benim için büyük onur," diyerek konuşmasına devam
ediyordu.
"Neymiş bu
haber, neymiş!" dedi kadın, kafasını uzatarak pörsümüş kollarından akan
köpükler ponpon terliklerine dökülürken.
"Dırdırı
kesersen ne olduğunu anlayacağız, adamın yanından gelmiyorum ya!"
"Bağırtlak,
şey... Sen kadın ruhundan ne anlarsın zaten!" diye azarı hiçe sayarak
karşılık verdi kadın.
Televizyondaki adam, "Evet
bu gururu bizimle paylaşacağınızı biliyoruz. Müzemiz sanatçı, …….. 'ın eserini
…….. bedel ödeyerek satın almıştır. Sizin de bildiğiniz bir eser canım."
Tuhaf mimiklerle kırıtarak, "Hani yemyeşil naylon sarmaşıkların şemsiye
tellerini sardığı şaheser."
"Reziller,
reziller!" diye karşılık verdi yaşlı adam. "Bu paraya şehrin yarısını
altı ay doyurursun be!"
Şaheser dediği o
nesnenin görüntüsü ekrana geldiğinde, "Ah, fevkalade, fevkalade,"
diye övgüler yağdırmaya devam ediyordu, "Sanatçı doğanın korunması fikrini
nasıl da güzel anlatmış!" diyordu sunucu.
"Altı ay iskelet
mi, kemik mi yiyeceğiz?" diye sorarken işini bitirmişti kadın. Ellerini
önlüğüne kurulayarak gelip televizyonun kumandasını aldı.
"Off be, katil
edeceksin beni be kadın!" diye öfkeyle televizyona yine vurdu yaşlı adam.
Televizyonda bu kez ne görüntü kaldı ne de ses. O an göz göze geldiklerinde
yaşlı adam kadının üzerine doğru yürümeye başlamıştı bile… Mutfak kapısının
önünden gelen boğuk, hırıltılı, tuhaf sesler ölesiye, beklenmedik bir mücadele
olduğunu gösteriyordu.
Meydanlara
yerleştirilmiş büyük ekranlardan canlı yayını seyreden üç kişi…
"Papatya
yetiştiriyorlarmış bazıları özel seralarda. Rüyamda bile göremeyeceğim paralar
harcıyorlarmış. Elime geçse nasıl yerim o papatyaları," dedi söylendi biri.
"Kahretsin!"
diye bağırdı öbürü. "İğrençlik ruhlarınızdan, beyinlerinizden toprağa da
nüfuz etti. İklimi yasalarınıza benzettiniz, insanlar aç, yeryüzü leş gibi, bu şarlatan
kalkmış nelerden bahsediyor!" Öfkeyle, "Beyler özel fanuslar
içerisinde yaşıyorlar sonra da perişan gözlerimizin içine baka baka, 'doğayı
koruyalım’ diyorlar. Sanki dünyayı yaşanmaz hale getirenler kendileri
değillermiş gibi! Sokağa şemsiyesiz çıkmak yasak, açız demek yasak, ağlamak
yasak! Bizi görmeye dayanamıyorlar, bir an önce geberip gitmemizi istiyorlar!"
Despot yönetim
halkını düşündüğünü göstermek adına zehirli atmosferin etkilerinden ve asit
yağmurlarından halkını koruduğunu göstermek adına şemsiyesiz dışarıya çıkılmasını
yasaklamıştı. Şemsiye geriye dönüşü mümkün olmayan bir iklim yıkımın ve aynı
zamanda hırsları, çıkarları adına bencil ve kötü niyetli tüm yönetimlerin bir sembolüydü
aslında. Sokağa çıkanların çoğunluğunun aslında onları koruyacak, gerçek bir
şemsiyeleri yoktu; tel demeti halinde göstermelik emir savar bir eşya taşıyorlardı
sadece yanlarında. Yönetim, halkına iyilik adı altında diğer uygulamalarında
olduğu gibi fiziksel ve psikolojik işkenceye dönüştürmüştü şemsiye taşıma meselesini.
Televizyondaki adam
zevkten kendinden geçmiş memnun suratıyla konuşmasına devam ediyordu. "Tüm
insanlığın nasıl da dikkatini doğanın korunmasına yöneltiyor âdeta haykırıyor
değil mi?" Yaptığı espriyi kendince kıymetlendirdi ve aptalca güldü.
Daha geriden ölgün
gözlerle isteksizce televizyonu seyreden, ufak tefek adam hiç konuşmamış bu
tartışmaya hiç katılmamıştı. Gri gökyüzü altında yüksek binaların renksiz yüzeylerine
yansıtılan çeşitli kartpostal manzaralarına arada göz atıyordu. Cılız sesiyle
istifini bozmadan, "Yirmi iki sene önce balık yemiştim. Sardalye
konservesiydi, hâlâ tadı damağımda."
"O da bir şey
mi, ben on altı sene önce kızartılmış balık yemiştim, üstelik beyaz ekmek de vardı."
Özlemi kadar derin bir iç çekti.
"Bugün ne
yiyeceğiz?" diye ortaya konuştu öbürü.
"Her zamanki
tabii, bulabilirsek kara ekmek, bulamazsak pasta."
"Pastalarını
istemiyorum. Umarım yarınki kara ekmeğimizi kazanacağımız bir iş çıkar?"
diye ortak endişelerini dile getirdi ilk konuşan.
Televizyondaki adam
konuşmasının kapanışını yapıyordu: "Yarın müzemizin bahçesinde öğleden
sonra saat iki de sergilenecektir. Giriş ücretsizdir, bekliyoruz... Bay bay."
"Çok beklersin
o… çocuğu!" dedi sessiz adam.
Ertesi gün, öğleden
sonra saat iki civarı:
Hava gri, turuncu
arasındaydı. Yirmi iki sene önce sardalye konservesi yiyen adam işçi pazarından
eli boş dönüyordu. "Lanet olsun!" diyerek ayağına dolanan boş teneke
kutuya abandı. Tangırdayarak yuvarlanan kutunun peşine iki genç adam seğirtti.
Önce paylaşamadılar ama kutunun içinin yalanmaktan ayna gibi parladığını
görünce birazde sakinleşmek zorunda kaldılar. Kaldırıp atacakken, "Bunu
ayna olarak kullanacağım!" deyince biri yeniden itişmeye başladılar.
Hava boğucuydu ve
asit yağmuru yağdı yağacaktı. Atmosfer durumunu bildiren lambalara baktı.
Işıklar yine bozuktu ya da kasten, 'Güneşli, ılık, hafif rüzgârlı'
konumundaydı. Elinde ise şemsiye niyetine her zamanki gibi bir tel yığını
taşıyordu.
Cebindeki iki kuruş
şıkırdayarak, zil çalan midesine eşlik etti. Canı nasıl da beyaz ekmek
çekiyordu. Kaç gündür zaten doğru dürüst bir şey boğazından geçmemişti. Şehrin korunaklı
öte tarafında, elitlerin oturduğu yerlerde beyaz ekmek fırınlarının olduğunu
duyuyordu. Bugün de cebindeki son iki kuruşa kara ekmek alacak ve yine bedava
dağıtılan ve yönetimin ikramı olan o meşhur pastalardan uzak durmayı tercih
edecekti. Yerken tadı çok güzel olan pasta birkaç saat sonra uyuşturmaya
başlıyor insanları ruhsuz, itaatkâr robotlara dönüştürüyordu. Tamamıyla yapay
maddelerden yapılan pastanın uyuşturma etkisi ile despot ve zalim yönetim insanları
ağır işlerde az parayla, karın tokluğuna kolayca ve başkaldırmadan canı
pahasına çalışmaya zorluyordu. Ancak bu şekilde yaşamını sürdürebilen sefil büyük
bir topluluk vardı ve halkın çoğunluğunu oluşturuyordu. Pastayla beslenerek
ağır koşularda çalıştırılan insanların elli yaşını aştığı pek görülmemişti, beyinleri
ve bedenleri kısa sürede iflas ediyordu.
Duvarları
tenekeyle kaplı eski püskü bir kara ekmek fırınına yanaştı. Kapalı küçük
penceresi aralanınca, "Bir dilim beyaz ekmek!" diyerek şaka yapmaya
kalktı ve iki kuruşu fırıncıya gösterdi.
Fırıncı, "Ne
beyaz ekmeği! Senin gibilerle dalaşmaktan ne zaman kurtulacağım ben! Kara
ekmeği buldun da, beyaz ekmek mi istiyorsun," diye hiddetlendi. "Kimya
sanayimize güvenmiyor musun, yoksa devlete güvenmemekten tutuklanmak mı
istiyorsun, hain misin sen?" diye adama dediğini bırakmadı.
Sinik, alışkın bir
sesle: "Asla, asla..." diyerek fırıncıya ve devlete olan saygısını
esirgemedi.
Fırıncı aldığı bir kara
ekmeğe parmağını ekmeğe batırarak gösterdi. "Görüyor musun
yumuşacık." Ekmeğin üzerine sürdükleri plastik cila, içi kum gibi dağılan
ekmeği tutuyordu. "Ekmeğin fiyatı arttı, iki buçuk kuruş oldu, var mı iki buçuk
kuruşun?" Elinin tersiyle adamı geriye itti. "Hadi işine,
işine!"
Söylene, söylene saatlerce
yürümeye devam etti. Kâbus yağmur da başlıyordu. İlk damlalar düşmeye
başlayınca kafasını kaldırıp çevresine bakındığında görmeye pek alışık olmadığı
kalabalığın ve lüks arabaların arasına girdiğini fark etti. Müzenin önüne
gelmişti. Kalabalığa doğru kararsız bir-iki adım attı. Yağmur da şiddetini
artıyordu git gide. Farklı giyimleriyle ve eşsiz şemsiyeleriyle hemen dikkati
çeken bu elit kalabalıktaki insanlar omuz omuza ve hınca hınç mücadeleyle bir
an önce bahçeye girmek için çaba sarf ediyorlardı.
Bahçenin ortasında
duran nesneyi görebilen şanslıların hayranlık nidaları kapıya kadar ağızdan
ağza ulaşıyordu: "Mükemmel değil mi, gözümle görmesem inanmazdım, bayıldım ah, bu paraya değer azizim, sanatçı
ne güzel anlatmış, muhteşem, koruyalım doğayı azizim! vs... vs... "
Asit yağmurunun
başlamasıyla şemsiyeler açılmaya başladı. Hoş şemsiyelerini açmasalar da
giydikleri elbiseler pekâlâ korunaklıydı. Hem şu anda bilhassa ön taraftakiler açılan
her şemsiyenin arkadaki kalabalığı dışarıya ittirmesinden dolayı asit yağmuruna
çok müteşekkir oldular.
Biçare adam kapı
önündeki bu seyirlik kaynaşmaya yanaştı. Damlalar ince ince yanağını yakmaya
başlarken geniş şemsiyelerden birinin altına girdi. Şemsiyeyi hayranlıkla seyrederken,
"Ne harika, ne güzel bir şemsiye, asit geçirmez, hiçbir şey geçirmez, işte
gerçek sanat eseri bu!" diye söyleniyordu. Tellerinin kalınlığına, kumaşının
kalınlığına, üzerindeki hiç bilmediği düğmelere, yanıp sönen ışıklara
hayranlıkla bakakalmıştı.
Ama kalabalık öyle
hareketliydi ki şemsiyenin altında kalmakta hayli zorlanıyordu. Sair zamanda
arabalarından inmeyen, evlerinden çıkmayan, bu şehirde yaşayıp yaşamadıkları
belli olmayan ancak üst düzey davetlerde ancak bir araya gelen, ağır ve vakur
hareket eden bu insanların birbirlerini itip kakmaları, hiçbir şeye aldırmadan mücadeleleri
garibine gitmişti. Kapının önündeki topluluk içeriyi zorladığında daha şiddetli
bir dalga hareketiyle dışarıya itiliyordu. O da ileri geri yalpalayarak
hareketlere eşlik ediyor, adımlarını uydurarak girdiği şemsiyenin altında
kalmaya ve önemlisi şık giyimli şemsiye sahibinin ayağına basmamaya özen
gösteriyordu. Ama bir kaç adım daha ileri geri yapmışlardı ki timsah derisinden
ayakkabısı çamur içinde kalan adam arkasında duran ufak tefek karartıya, "Bu
ne münasebetsizlik, ayakkabımı mahvettin!" diye çıkıştı. "Geri zekâlı
şey!"
Ne diyeceğini
bilemedi, "Efendim, ben..." diye kekeledi.
Şık adam içeriyi
kollayarak, "Sen kim oluyorsun be adam! Elindeki şemsiyeyi neden açmıyorsun
ve benim nadide şemsiyemi kullanmaya cüret ediyorsun?"
"Asit yağıyor,
bakın elinizi uzatın."
"Sen benimle
dalgamı geçiyorsun. Kör değilim! Şemsiyeni aç ve çabuk kaybol buradan!"
"Ben de bu yasağa
karşı gelmemek için taşıyorum bu şemsiyeyi. Asit yağmurundan değil, yasalardan
korunmak için. Şemsiyemin sadece iskeleti var ve tel yumağından başka bir şey
değil, bakın..." Ters çevirince şemsiyenin telleri her bir yana dağılarak
şıngırtıyla açıldı. "Değil asit yağmuru, on beş senedir görmediğimiz
yağmurlarda bile işe yaramaz!"
"Kes
zırvalamayı, devletin yasalarına karşı mı çıkıyorsun?"
Çekingen tavrını
aniden değiştirerek, "Evet, karşı geliyorum!" dedi kendinden emin
olmadan.
"Çabuk defol
buradan, sanat sevgimin ağır bastığı bir gün olmasaydı senin gibi düzeni
bozmaya kalkışan bir adama ne yapacağımı bilirdim ben."
"Hem burası
ulusal müze değil mi? Ben o eseri görmeye geldim," dedi daha cesaretle,
önceki akşam televizyondaki adamın söylediklerini hatırlayarak.
"Hangi eseri?"
diye aşağılayan bir ifadeyle sordu şık adam.
"O plastik sarmaşıklı
şeyin..."
"Senin gibiler görünce
ne olacakmış!" Hayıflanan bir
tavırla, "Ben de karşıma almış seni dinliyorum," dedi.
"Giriş bedava
değil mi? Dün televizyondaki adam, herkesin gelip görebileceğini söylüyordu,
herkesi davet ediyordu!"
"O tabii ki
bizleri kastetmiştir. Senin gibilerini değil, sizleri iyi tanırım, eseri
görecekmiş! Gel de külahıma anlat! Sanat senin neyine, hırsız seni!"
Şemsiyenin bir
düğmesinden sinyal göndererek korumasını çağırdı. İri cüsseli bir adamın
kalabalığın arasından patronu için gedik açarak geldiği görünce, iki adım
geriye çıkarak bütün gücüyle kalabalığa doğru yüklendi. Zorladı ama gücü
yetmedi. Bir el onu boynundan tutup bir köpek yavrusu gibi geriye fırlattı.
Hemen kalkamadı,
kendine geldiğinde yanı başında duran iki yepyeni ambulans görevlilerinin bir
an kendisi ile ilgileneceğini zannetti ama öyle olmadığını hemen anladı. Elit insanların
birbirini itekleyip sıkıştırırken oluşabilecek küçük kazalara hemen müdahale etmek
için orada bulunuyorlardı. Kalktığında ayak bileğinin incinmesine ve acısına
aldırmadan uzaklaştı oradan. Damlacıklar kor sıçramış gibi her tarafını
sızlatıyordu. Ceketine iyice sarınıp alt caddeye doğru yürüdü.
Görevliler yaka paça
göbekli yaşlı bir adamı götürüyorlardı. Adam delirmiş, avazı çıktığı kadar
bağırıyordu. "Yağdı, yağdı çiçekler... Mide kafalılar! Plastik şemsiye,
bırakın beni… Kemik ye, balık ye, balığı koru, tavukları da koru! Şemsiyeni aç,
televizyonu aç!" Gözleri dönmüştü. "Karımı severim ben, bigudilerini
severim, elma severim, kahverengi karıncaları severim… Patates dağıymış!"
"Karını
öldürmeden önce düşünseydin bunları!" dedi görevlilerden birisi.
Yüzü gözü çamur
içinde kalmış yaşlı adam ağlayarak bağırmaya, debelenmeye devam ediyordu: "Kelebekler
de yok, karım da yok! Mide kafalılar! Hiçbir şey bırakmadınız!"
Her tarafı dökülmüş,
üzerinde hiçbir şey yazmayan kaba görünümlü bir arabaya kadının cesedini attılar.
Cesedin elinde sıkıca tuttuğu eski model bir televizyona ait uzaktan kumanda
cihazı vardı.
Yaşlı adamın
sayıklamaları ve görevlilerin bağırtıları arasında yanlarından uzaklaşıp
yürümeye devam ederken şemsiyeyi açmadığını fark ettiği anda irkildi. Hemen
içgüdüsel bir çeviklikle telleri geriye düşmesin diye parmaklarıyla tutarak,
elini kaldırdı. Kırık dökük tel yumağını şemsiye niyetine başının üzerine
tuttu. Yürürken, "Ne utanç verici," diye mırıldanıyordu. Bir kaç
damla gözyaşı yağmur damlalarıyla karışıp göz pınarlarını yakarak aktı. "Böyle
olmasına gerek yoktu" diye küskün ve çaresizce söylendi.
Asit yağmuru
sırasında kimse dışarıya çıkmayı istemezdi elbette. Mecburen çıkanların
ellerinde ise bir şemsiye vardı ama birçoğu kendisininki gibi yalnızca işe
yaramayan sembolik şeylerdi. Her yüz metrede bir Yönetim Kuvvetleri, şeffaf
kulübelerinden yasaya karşı gelen kimse olup olmadığını büyük bir dikkatle
gözlüyorlardı.
Huzursuz yeşil, gri
hava her tarafı sarmış, asfaltın rengine çalan bezginlik her yere kâbus gibi çöreklenmişti
yine. Daha kalabalık bir caddeye daldı. İçinde karşı konulmaz bir ateş yükseldi
ve bu isteğe karşı da hiç direnmedi. Şemsiyenin tellerini tutan parmakları
yavaşça gevşedi ve teller aşağıya umutsuzca şıngırdadı. Sırtından ağır yük
çuvalını bırakmış gibi güçsüz ve yorgun kollarını aşağıya bıraktı. Yüzünü
yağmura çevirdi ve durdu. "Sizin olsun şemsiyeniz!" diye bağırarak
tel yığınını caddenin ortasına fırlattı. "Saçmalık, neredeyim ben, burası
dünya mı?"
Yanından geçen
birisi, "Çıldırdın mı, yakalayacaklar seni!" diyerek kısık sesiyle uyarmaya
çalıştı. "Kulağın sağır mı, bak geliyorlar!" diyerek yaklaşan Yönetim
Kuvvetleri'ni işaret etti.
"Rahat bırak
beni!" diye tersleyip koşmaya başladı. Yönetim Kuvvetleri uyarılarına
aldırmayan adama hedef gözetmeden ateş ettiler. Boğuk bir, "Lanet!"
sesiyle sendeleyerek çamura kapaklandı. Gözlerini kırpıştırarak açmayı denedi
ama asit yağmuru göz kapaklarını dövercesine yağmaya devam ediyordu. Vücudundaki ince sızı giderek şiddetlenirken
ruhundaki derin acının da ilk defa hafiflediğini hissedebiliyordu. Gözleri açık
öldü.
Ceset toplayan araba henüz o civardan ayrılmamışken onu da kadının yanına bir çöp torbası gibi savurdular. Cesedinin bekletilmeden kaldırılması yönetimin bu adama yaptığı ilk ve son iyilik olmuştu. Ambulansın tavanı dehşetli yağmurlardan delik deşik olduğundan, sızılı damlacıklar cesetlerin üzerine ölü toprağı gibi elenmekteydi.
Yorumlar
Yorum Gönder