12 Ocak 2023 Perşembe

ŞEMSİYE (ÖYKÜ/BİLİM-KURGU)

Gelecek zamanda yine gri, sıkkın bir gün...

Televizyonu izlerken aniden hiddetlendi yaşlı adam, "Mide kafalı adamlar! Lahana bile yetişmiyor artık bu topraklarda!"

"Sakin ol, sinirlenme bey!" dedi mutfakta bulaşık yıkayan karısı. "Ülserin azacak!" Kadın hem kocasını hem de televizyonu bulunduğu yerden görebiliyordu.

"Midemi bıraktılar, mide kafalılar! Hâlâ bizi düşünmekten bahsediyorlar!" Nefretle televizyona doğru tükürdü. Tükürüğü televizyonun camına iğrenç kütlesiyle yapışıp akmaya başladı.

Kadın, ne yapacağını bilmez halde başını iki yana salladı. Kocasının daha da sinirlenip televizyona vurmasından korkuyordu. Tek eğlencesi, tek arkadaşı televizyondu ve ondan mahrum kalma düşüncesi bile kendini kötü hissettiriyordu.

Adam, televizyonun yanına gidip kanal düğmelerine sertçe vurdu. Kadın gözlerini sımsıkı kısarak televizyondan herhangi bir ses gelmesini bekledi. Duyar duymaz, "Allah'a şükür," diye mırıldandı. Televizyon bozulmamıştı ve hâlâ ses veriyordu.

Değişen kanalda, zayıf yüzlü, ıslak görünümlü saçlarıyla, kravatı büyükçe bağlanmış sevimsiz bir adam neşeli ve işveli sesiyle, "Sizlere muhteşem haberlerim var ve bu anı sizinle paylaşmak benim için büyük onur, öyle heyecanlıyım ki…"

Ekranın altında bir yazı belirdi. "Ulusal Müze Müdürü ........." Televizyondaki adamın yüzü kendiliğinden iğrençti ama yaşlı adamın fırlattığı tükürük de yüzünün tam ortasına denk gelmişti. Şimdi ekran tam olarak iğrenç ve seyirlik olmuştu.

"Ne o, patates dağı mı buldunuz?" diye öykündü yaşlı adam.

"Sahi,  patates dağı mı bulmuşlar?" diye atıldı karısı.

"Patates dağı olur mu be salak kadın!" diye azarladı. Öfkesi daha da artıyordu ve şakaklarındaki kalın damarlar fırlayacakmış gibi çıkmıştı.

Televizyondaki adam, "Bunu sizinle paylaşmak gerçekten benim için büyük onur," diyerek konuşmasına devam ediyordu.

"Neymiş bu haber, neymiş!" dedi kadın, kafasını uzatarak pörsümüş kollarından akan köpükler ponpon terliklerine dökülürken.

"Dırdırı kesersen ne olduğunu anlayacağız, adamın yanından gelmiyorum ya!"

"Bağırtlak, şey... Sen kadın ruhundan ne anlarsın zaten!" diye azarı hiçe sayarak karşılık verdi kadın.

Televizyondaki adam, "Evet bu gururu bizimle paylaşacağınızı biliyoruz. Müzemiz sanatçı, …….. 'ın eserini …….. bedel ödeyerek satın almıştır. Sizin de bildiğiniz bir eser canım." Tuhaf mimiklerle kırıtarak, "Hani yemyeşil naylon sarmaşıkların şemsiye tellerini sardığı şaheser." 

"Reziller, reziller!" diye karşılık verdi yaşlı adam. "Bu paraya şehrin yarısını altı ay doyurursun be!"

Şaheser dediği o nesnenin görüntüsü ekrana geldiğinde, "Ah, fevkalade, fevkalade," diye övgüler yağdırmaya devam ediyordu, "Sanatçı doğanın korunması fikrini nasıl da güzel anlatmış!" diyordu sunucu.

"Altı ay iskelet mi, kemik mi yiyeceğiz?" diye sorarken işini bitirmişti kadın. Ellerini önlüğüne kurulayarak gelip televizyonun kumandasını aldı.

"Off be, katil edeceksin beni be kadın!" diye öfkeyle televizyona yine vurdu yaşlı adam. Televizyonda bu kez ne görüntü kaldı ne de ses. O an göz göze geldiklerinde yaşlı adam kadının üzerine doğru yürümeye başlamıştı bile… Mutfak kapısının önünden gelen boğuk, hırıltılı, tuhaf sesler ölesiye, beklenmedik bir mücadele olduğunu gösteriyordu.

 

Meydanlara yerleştirilmiş büyük ekranlardan canlı yayını seyreden üç kişi…

"Papatya yetiştiriyorlarmış bazıları özel seralarda. Rüyamda bile göremeyeceğim paralar harcıyorlarmış. Elime geçse nasıl yerim o papatyaları," dedi söylendi biri.

"Kahretsin!" diye bağırdı öbürü. "İğrençlik ruhlarınızdan, beyinlerinizden toprağa da nüfuz etti. İklimi yasalarınıza benzettiniz, insanlar aç, yeryüzü leş gibi, bu şarlatan kalkmış nelerden bahsediyor!" Öfkeyle, "Beyler özel fanuslar içerisinde yaşıyorlar sonra da perişan gözlerimizin içine baka baka, 'doğayı koruyalım’ diyorlar. Sanki dünyayı yaşanmaz hale getirenler kendileri değillermiş gibi! Sokağa şemsiyesiz çıkmak yasak, açız demek yasak, ağlamak yasak! Bizi görmeye dayanamıyorlar, bir an önce geberip gitmemizi istiyorlar!"

Despot yönetim halkını düşündüğünü göstermek adına zehirli atmosferin etkilerinden ve asit yağmurlarından halkını koruduğunu göstermek adına şemsiyesiz dışarıya çıkılmasını yasaklamıştı. Şemsiye geriye dönüşü mümkün olmayan bir iklim yıkımın ve aynı zamanda hırsları, çıkarları adına bencil ve kötü niyetli tüm yönetimlerin bir sembolüydü aslında. Sokağa çıkanların çoğunluğunun aslında onları koruyacak, gerçek bir şemsiyeleri yoktu; tel demeti halinde göstermelik emir savar bir eşya taşıyorlardı sadece yanlarında. Yönetim, halkına iyilik adı altında diğer uygulamalarında olduğu gibi fiziksel ve psikolojik işkenceye dönüştürmüştü şemsiye taşıma meselesini.

Televizyondaki adam zevkten kendinden geçmiş memnun suratıyla konuşmasına devam ediyordu. "Tüm insanlığın nasıl da dikkatini doğanın korunmasına yöneltiyor âdeta haykırıyor değil mi?" Yaptığı espriyi kendince kıymetlendirdi ve aptalca güldü.

Daha geriden ölgün gözlerle isteksizce televizyonu seyreden, ufak tefek adam hiç konuşmamış bu tartışmaya hiç katılmamıştı. Gri gökyüzü altında yüksek binaların renksiz yüzeylerine yansıtılan çeşitli kartpostal manzaralarına arada göz atıyordu. Cılız sesiyle istifini bozmadan, "Yirmi iki sene önce balık yemiştim. Sardalye konservesiydi, hâlâ tadı damağımda."

"O da bir şey mi, ben on altı sene önce kızartılmış balık yemiştim, üstelik beyaz ekmek de vardı." Özlemi kadar derin bir iç çekti.

"Bugün ne yiyeceğiz?" diye ortaya konuştu öbürü.

"Her zamanki tabii, bulabilirsek kara ekmek, bulamazsak pasta."

"Pastalarını istemiyorum. Umarım yarınki kara ekmeğimizi kazanacağımız bir iş çıkar?" diye ortak endişelerini dile getirdi ilk konuşan.

Televizyondaki adam konuşmasının kapanışını yapıyordu: "Yarın müzemizin bahçesinde öğleden sonra saat iki de sergilenecektir. Giriş ücretsizdir, bekliyoruz... Bay bay."

"Çok beklersin o… çocuğu!" dedi sessiz adam.

 

Ertesi gün, öğleden sonra saat iki civarı:

Hava gri, turuncu arasındaydı. Yirmi iki sene önce sardalye konservesi yiyen adam işçi pazarından eli boş dönüyordu. "Lanet olsun!" diyerek ayağına dolanan boş teneke kutuya abandı. Tangırdayarak yuvarlanan kutunun peşine iki genç adam seğirtti. Önce paylaşamadılar ama kutunun içinin yalanmaktan ayna gibi parladığını görünce birazde sakinleşmek zorunda kaldılar. Kaldırıp atacakken, "Bunu ayna olarak kullanacağım!" deyince biri yeniden itişmeye başladılar.

Hava boğucuydu ve asit yağmuru yağdı yağacaktı. Atmosfer durumunu bildiren lambalara baktı. Işıklar yine bozuktu ya da kasten, 'Güneşli, ılık, hafif rüzgârlı' konumundaydı. Elinde ise şemsiye niyetine her zamanki gibi bir tel yığını taşıyordu.

Cebindeki iki kuruş şıkırdayarak, zil çalan midesine eşlik etti. Canı nasıl da beyaz ekmek çekiyordu. Kaç gündür zaten doğru dürüst bir şey boğazından geçmemişti. Şehrin korunaklı öte tarafında, elitlerin oturduğu yerlerde beyaz ekmek fırınlarının olduğunu duyuyordu. Bugün de cebindeki son iki kuruşa kara ekmek alacak ve yine bedava dağıtılan ve yönetimin ikramı olan o meşhur pastalardan uzak durmayı tercih edecekti. Yerken tadı çok güzel olan pasta birkaç saat sonra uyuşturmaya başlıyor insanları ruhsuz, itaatkâr robotlara dönüştürüyordu. Tamamıyla yapay maddelerden yapılan pastanın uyuşturma etkisi ile despot ve zalim yönetim insanları ağır işlerde az parayla, karın tokluğuna kolayca ve başkaldırmadan canı pahasına çalışmaya zorluyordu. Ancak bu şekilde yaşamını sürdürebilen sefil büyük bir topluluk vardı ve halkın çoğunluğunu oluşturuyordu. Pastayla beslenerek ağır koşularda çalıştırılan insanların elli yaşını aştığı pek görülmemişti, beyinleri ve bedenleri kısa sürede iflas ediyordu.

Duvarları tenekeyle kaplı eski püskü bir kara ekmek fırınına yanaştı. Kapalı küçük penceresi aralanınca, "Bir dilim beyaz ekmek!" diyerek şaka yapmaya kalktı ve iki kuruşu fırıncıya gösterdi.

Fırıncı, "Ne beyaz ekmeği! Senin gibilerle dalaşmaktan ne zaman kurtulacağım ben! Kara ekmeği buldun da, beyaz ekmek mi istiyorsun," diye hiddetlendi. "Kimya sanayimize güvenmiyor musun, yoksa devlete güvenmemekten tutuklanmak mı istiyorsun, hain misin sen?" diye adama dediğini bırakmadı.

Sinik, alışkın bir sesle: "Asla, asla..." diyerek fırıncıya ve devlete olan saygısını esirgemedi.

Fırıncı aldığı bir kara ekmeğe parmağını ekmeğe batırarak gösterdi. "Görüyor musun yumuşacık." Ekmeğin üzerine sürdükleri plastik cila, içi kum gibi dağılan ekmeği tutuyordu. "Ekmeğin fiyatı arttı, iki buçuk kuruş oldu, var mı iki buçuk kuruşun?" Elinin tersiyle adamı geriye itti. "Hadi işine, işine!"

Söylene, söylene saatlerce yürümeye devam etti. Kâbus yağmur da başlıyordu. İlk damlalar düşmeye başlayınca kafasını kaldırıp çevresine bakındığında görmeye pek alışık olmadığı kalabalığın ve lüks arabaların arasına girdiğini fark etti. Müzenin önüne gelmişti. Kalabalığa doğru kararsız bir-iki adım attı. Yağmur da şiddetini artıyordu git gide. Farklı giyimleriyle ve eşsiz şemsiyeleriyle hemen dikkati çeken bu elit kalabalıktaki insanlar omuz omuza ve hınca hınç mücadeleyle bir an önce bahçeye girmek için çaba sarf ediyorlardı.

Bahçenin ortasında duran nesneyi görebilen şanslıların hayranlık nidaları kapıya kadar ağızdan ağza ulaşıyordu: "Mükemmel değil mi, gözümle görmesem inanmazdım,  bayıldım ah, bu paraya değer azizim, sanatçı ne güzel anlatmış, muhteşem, koruyalım doğayı azizim! vs... vs... "

Asit yağmurunun başlamasıyla şemsiyeler açılmaya başladı. Hoş şemsiyelerini açmasalar da giydikleri elbiseler pekâlâ korunaklıydı. Hem şu anda bilhassa ön taraftakiler açılan her şemsiyenin arkadaki kalabalığı dışarıya ittirmesinden dolayı asit yağmuruna çok müteşekkir oldular.

Biçare adam kapı önündeki bu seyirlik kaynaşmaya yanaştı. Damlalar ince ince yanağını yakmaya başlarken geniş şemsiyelerden birinin altına girdi. Şemsiyeyi hayranlıkla seyrederken, "Ne harika, ne güzel bir şemsiye, asit geçirmez, hiçbir şey geçirmez, işte gerçek sanat eseri bu!" diye söyleniyordu. Tellerinin kalınlığına, kumaşının kalınlığına, üzerindeki hiç bilmediği düğmelere, yanıp sönen ışıklara hayranlıkla bakakalmıştı.

Ama kalabalık öyle hareketliydi ki şemsiyenin altında kalmakta hayli zorlanıyordu. Sair zamanda arabalarından inmeyen, evlerinden çıkmayan, bu şehirde yaşayıp yaşamadıkları belli olmayan ancak üst düzey davetlerde ancak bir araya gelen, ağır ve vakur hareket eden bu insanların birbirlerini itip kakmaları, hiçbir şeye aldırmadan mücadeleleri garibine gitmişti. Kapının önündeki topluluk içeriyi zorladığında daha şiddetli bir dalga hareketiyle dışarıya itiliyordu. O da ileri geri yalpalayarak hareketlere eşlik ediyor, adımlarını uydurarak girdiği şemsiyenin altında kalmaya ve önemlisi şık giyimli şemsiye sahibinin ayağına basmamaya özen gösteriyordu. Ama bir kaç adım daha ileri geri yapmışlardı ki timsah derisinden ayakkabısı çamur içinde kalan adam arkasında duran ufak tefek karartıya, "Bu ne münasebetsizlik, ayakkabımı mahvettin!" diye çıkıştı. "Geri zekâlı şey!"

Ne diyeceğini bilemedi, "Efendim, ben..." diye kekeledi.

Şık adam içeriyi kollayarak, "Sen kim oluyorsun be adam! Elindeki şemsiyeyi neden açmıyorsun ve benim nadide şemsiyemi kullanmaya cüret ediyorsun?"

"Asit yağıyor, bakın elinizi uzatın."

"Sen benimle dalgamı geçiyorsun. Kör değilim! Şemsiyeni aç ve çabuk kaybol buradan!"

"Ben de bu yasağa karşı gelmemek için taşıyorum bu şemsiyeyi. Asit yağmurundan değil, yasalardan korunmak için. Şemsiyemin sadece iskeleti var ve tel yumağından başka bir şey değil, bakın..." Ters çevirince şemsiyenin telleri her bir yana dağılarak şıngırtıyla açıldı. "Değil asit yağmuru, on beş senedir görmediğimiz yağmurlarda bile işe yaramaz!"

"Kes zırvalamayı, devletin yasalarına karşı mı çıkıyorsun?"

Çekingen tavrını aniden değiştirerek, "Evet, karşı geliyorum!" dedi kendinden emin olmadan.

"Çabuk defol buradan, sanat sevgimin ağır bastığı bir gün olmasaydı senin gibi düzeni bozmaya kalkışan bir adama ne yapacağımı bilirdim ben."

"Hem burası ulusal müze değil mi? Ben o eseri görmeye geldim," dedi daha cesaretle, önceki akşam televizyondaki adamın söylediklerini hatırlayarak.

"Hangi eseri?" diye aşağılayan bir ifadeyle sordu şık adam.

"O plastik sarmaşıklı şeyin..."

"Senin gibiler görünce ne olacakmış!"  Hayıflanan bir tavırla, "Ben de karşıma almış seni dinliyorum," dedi.

"Giriş bedava değil mi? Dün televizyondaki adam, herkesin gelip görebileceğini söylüyordu, herkesi davet ediyordu!"

"O tabii ki bizleri kastetmiştir. Senin gibilerini değil, sizleri iyi tanırım, eseri görecekmiş! Gel de külahıma anlat! Sanat senin neyine, hırsız seni!"

Şemsiyenin bir düğmesinden sinyal göndererek korumasını çağırdı. İri cüsseli bir adamın kalabalığın arasından patronu için gedik açarak geldiği görünce, iki adım geriye çıkarak bütün gücüyle kalabalığa doğru yüklendi. Zorladı ama gücü yetmedi. Bir el onu boynundan tutup bir köpek yavrusu gibi geriye fırlattı.

Hemen kalkamadı, kendine geldiğinde yanı başında duran iki yepyeni ambulans görevlilerinin bir an kendisi ile ilgileneceğini zannetti ama öyle olmadığını hemen anladı. Elit insanların birbirini itekleyip sıkıştırırken oluşabilecek küçük kazalara hemen müdahale etmek için orada bulunuyorlardı. Kalktığında ayak bileğinin incinmesine ve acısına aldırmadan uzaklaştı oradan. Damlacıklar kor sıçramış gibi her tarafını sızlatıyordu. Ceketine iyice sarınıp alt caddeye doğru yürüdü.

Görevliler yaka paça göbekli yaşlı bir adamı götürüyorlardı. Adam delirmiş, avazı çıktığı kadar bağırıyordu. "Yağdı, yağdı çiçekler... Mide kafalılar! Plastik şemsiye, bırakın beni… Kemik ye, balık ye, balığı koru, tavukları da koru! Şemsiyeni aç, televizyonu aç!" Gözleri dönmüştü. "Karımı severim ben, bigudilerini severim, elma severim, kahverengi karıncaları severim… Patates dağıymış!"

"Karını öldürmeden önce düşünseydin bunları!" dedi görevlilerden birisi.

Yüzü gözü çamur içinde kalmış yaşlı adam ağlayarak bağırmaya, debelenmeye devam ediyordu: "Kelebekler de yok, karım da yok! Mide kafalılar! Hiçbir şey bırakmadınız!"

Her tarafı dökülmüş, üzerinde hiçbir şey yazmayan kaba görünümlü bir arabaya kadının cesedini attılar. Cesedin elinde sıkıca tuttuğu eski model bir televizyona ait uzaktan kumanda cihazı vardı.

Yaşlı adamın sayıklamaları ve görevlilerin bağırtıları arasında yanlarından uzaklaşıp yürümeye devam ederken şemsiyeyi açmadığını fark ettiği anda irkildi. Hemen içgüdüsel bir çeviklikle telleri geriye düşmesin diye parmaklarıyla tutarak, elini kaldırdı. Kırık dökük tel yumağını şemsiye niyetine başının üzerine tuttu. Yürürken, "Ne utanç verici," diye mırıldanıyordu. Bir kaç damla gözyaşı yağmur damlalarıyla karışıp göz pınarlarını yakarak aktı. "Böyle olmasına gerek yoktu" diye küskün ve çaresizce söylendi.

Asit yağmuru sırasında kimse dışarıya çıkmayı istemezdi elbette. Mecburen çıkanların ellerinde ise bir şemsiye vardı ama birçoğu kendisininki gibi yalnızca işe yaramayan sembolik şeylerdi. Her yüz metrede bir Yönetim Kuvvetleri, şeffaf kulübelerinden yasaya karşı gelen kimse olup olmadığını büyük bir dikkatle gözlüyorlardı.

Huzursuz yeşil, gri hava her tarafı sarmış, asfaltın rengine çalan bezginlik her yere kâbus gibi çöreklenmişti yine. Daha kalabalık bir caddeye daldı. İçinde karşı konulmaz bir ateş yükseldi ve bu isteğe karşı da hiç direnmedi. Şemsiyenin tellerini tutan parmakları yavaşça gevşedi ve teller aşağıya umutsuzca şıngırdadı. Sırtından ağır yük çuvalını bırakmış gibi güçsüz ve yorgun kollarını aşağıya bıraktı. Yüzünü yağmura çevirdi ve durdu. "Sizin olsun şemsiyeniz!" diye bağırarak tel yığınını caddenin ortasına fırlattı. "Saçmalık, neredeyim ben, burası dünya mı?"

Yanından geçen birisi, "Çıldırdın mı, yakalayacaklar seni!" diyerek kısık sesiyle uyarmaya çalıştı. "Kulağın sağır mı, bak geliyorlar!" diyerek yaklaşan Yönetim Kuvvetleri'ni işaret etti.

"Rahat bırak beni!" diye tersleyip koşmaya başladı. Yönetim Kuvvetleri uyarılarına aldırmayan adama hedef gözetmeden ateş ettiler. Boğuk bir, "Lanet!" sesiyle sendeleyerek çamura kapaklandı. Gözlerini kırpıştırarak açmayı denedi ama asit yağmuru göz kapaklarını dövercesine yağmaya devam ediyordu.  Vücudundaki ince sızı giderek şiddetlenirken ruhundaki derin acının da ilk defa hafiflediğini hissedebiliyordu. Gözleri açık öldü.

Ceset toplayan araba henüz o civardan ayrılmamışken onu da kadının yanına bir çöp torbası gibi savurdular. Cesedinin bekletilmeden kaldırılması yönetimin bu adama yaptığı ilk ve son iyilik olmuştu. Ambulansın tavanı dehşetli yağmurlardan delik deşik olduğundan, sızılı damlacıklar cesetlerin üzerine ölü toprağı gibi elenmekteydi.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

  BLOG İÇERİĞİ / LIST OF CONTENTS YAZILAR / ARTICLES -UZAKTAN (Deneme) -YAPAY ZEKÂ, PHOTOSHOP, MS WORD… (Makale) -SORULAR (Makale)   - K...