KULLAR
TOPLULUĞUNDA LİDER FAKTÖRÜ VE CEHALET KÜLTÜRÜ
Dayatılan
hayal dünyasına sıkıştırılmış, gerçeklerle ilgilenmeyen bir toplumun içinde
rasyonel birey olmanın ağırlığını yaşayanlardan mısınız?
“Kul”
kelimesi köle, hizmetkâr, emre itaat eden anlamına gelir.
Her çağda
kullar kendi efendilerini yaratırlar. Efendileri onları korusun, doyursun, umut
versin ve arzu ettikleri cenneti hatırlatsın, cennetin kapılarına götürsün
diye.
Başlarken
bazı bilgiler: Türkiye 2022’de yolsuzluk ve rüşvet algı endeksinde dünyada
101’nci, 2022’de Türkiye dünya enflasyon birincisi, Türk Lirası 2022’de dolar
karşısında dünyada en çok değer kaybeden üçüncü para birimi, Dünya Demokrasi
Endeksi'nde 2022’de 167 ülke arasında 103'üncü, Freedom House (Siyasi
özgürlük ve insan hakları konusunda araştırma ve savunuculuk yapan kuruluş)
2023 verilerine göre Türkiye özgür olmayan ülkeler listesinde, Dünya Adalet
Projesi (WJP-World Justice Project) Küresel hukukun üstünlüğü sıralamasında
140 ülke arasında 116’ncı, Avrupa’da 2022’de trafik kazası sonucu ölüm sayısı
en fazla olan ülke, Avrupa’da 2022’de işçi ölümlerinin en fazla olduğu ülke,
OECD ülkeleri arasında 2022’de en fazla şiddete maruz kalan kadınlar
sıralamasında birinci, Mali Eylem Görev Gücü (FATF) tarafından 2021 yılında kara paranın aklanması ve terörizmin
finansmanını engellemede eksikleri olduğu için gri listeye alınan ülke,
dünyanın en mutlu ülkeleri sıralaması listesinde Türkiye 137 ülke arasında
106’ncı, 2023 Küresel Barış Endeksi'nde 163 ülke arasında 147’nci (The Institute for Economics & Peace IEP),
dünyanın en iyi üniversiteleri sıralamasında ilk 400’de yer almayan ülke...
Demokrasi,
özgürlük, laikliğin yanında, işsizlik, eğitim, enflasyon, terör, yolsuzluk,
insan hakları, ifade özgürlüğü, adalet, güvenlik, çevre, tarım, sosyal, ahlaki
alanlarda yaşanılan büyük buhranlara rağmen halkın büyük bir kesimi neden hala
sorunları yaratan, yanlışlarına devam eden, ayırımcılık yapan bir hükümeti
desteklemeye devam eder? Toplumun her kesiminden ister fakir, ister sistemin
yarattığı zengin çıkarcılara kadar otoriteden maddi beklentisi olanların
bağlılığını ve desteğini bir kenara bırakırsak dogmatik bağlılığı nasıl
açıklarız? Gerçeklerle yüzleşmek yerine neden mutlu cehaleti tercih ederler?
“Kullar
topluluğu” olarak adlandırdığım toplum kesimi sorunları neden göremiyor ve
sorunları yaratanlar “ötekilerdir” fikrine niçin hala körü körüne bağlı
ve ısrarında devam ediyor? Ötekiler ki onlar adil, özgür, gelişmiş, laik,
demokratik, eşit, huzurlu bir ülkede kardeşçe yaşamak isteyen, içinde bulunulan
gerçekleri gören ve çözüm arayan bireyler olmalarına rağmen neden düşman gibi
görülüyorlar? Bir kitlenin inandıklarının dışındaki gerçekleri söylemek,
vurgulamak, önemsemek, ideal edinmek neden suç olarak görülüyor?
Bu kitle,
ihtişamlı algı operasyonları ile eğitim ve refah seviyesine bakılmaksızın tüm
açık ve acı gerçeklere rağmen yalanların değilmiş gibi sunulduğu ve algılarının
kontrol edildiği halk kesimidir. Topluluk, sunulan algı ihtişamını
inandıklarının kanıtı sayıyor, kendine sunulanı onaylamakla kalmıyor
yüceltiyor, sorgusuzca her şeyin muhteşem ve her şeyin yolunda olduğunu
düşünüyor. İşte bu durum temel ve büyük bir toplumsal sorunun varlığı anlamına
geliyor. Üstelik yaşadıkları sıkıntıların kaynağının destekledikleri
liderin ve fikirlerinin olduğunu sorgulamayacak kadar kapalı, dar, şüphe
duymayan bir bakış açısına sahip olmaları ise çok acı verici. Onlara göre tüm
sıkıntıların kaynağı “diğerleri” yani doğru yolda olmayanlardır. Kendi
topluluğundan, kendi dininden ve inandıklarından, hatta kendi mezhebinden
olmayan, kişiler, topluluklar, ülkeler yalnızca çıkarlar dışında yüz çevrilmesi
ve mücadele edilmesi gereken unsurlar olarak görülüyor. Bunu da liderlerinin
kendileri adına başarıyla, cesaretle yaptığına inanıyorlar.
Topluluğa
sunulan coşkulu inandırma yöntemleri, kandırılmayı sağlayan duygusal değerleri
canlı tutar. Onların dünyasında nesnel olgular ötelendiği için yalanlar
gerçeğin yerine geçer. Analitik düşünme yeteneği çok gelişmemiş, okuma
alışkanlığı olmayan kitlede “gerçekler,” yönlendirmelerle “istenilen” ile
değiştirilir ve zihinler kurmaca bir dünyayı gerçek zannetmeye başlar. Yalanlar
gerçeğe dönüştükçe gerçek önemsizleşir ve değerini yitirir. Bireyler ve toplum
gerçeklere karşı körleşir ve duyarsızlaşır. Dünyayı ve nesnel gerçeklerini
inandıkları zihniyete teslim edenler, yalanla başlayan ve yalanla
kurguladıkları hayatlarını elbette yalanlarla sürdürürler. Kitle, yalanın yalan
olduğunu fark edemeyecek kadar tek boyutlu ve gerçeklere ilgisiz yapay bir
dünya yarattığını anlayamazken aynı zamanda hem otoriteden beklentileri hem de
kendi arzuları doğrultusunda nasıl olmasını istiyorsa ona da inanmaya devam
eder.
Kullar
topluluğu biat etmeyi doğru ve üstün meziyet sanan, liderlerini aşırı yücelten
bir yaklaşıma sahiptir. Liderin "şeytani dünyaya" karşı daima
savunulduklarını ve kendilerini ezmeye çalışan dış dünyaya karşı onun
tarafından kahramanca korunduklarını düşünüyorlar ve lideri bu uğurda mücadele
eden adil bir figür olarak algılıyorlar. Bu süreçte onun yaptıklarının ve gelecekte
yapacaklarının doğru ve vazgeçilmez olduğuna koşulsuz kabullenmenin katılığını
dürüstlük ve sadakat olarak kabul ediyorlar ve ona, uygulamalarına,
yaptıklarına, söylediklerine karşı hiç şüphe duymuyorlar. En saçma vaatlerde
bulunsa bile lider kişi, kullar topluluğu söylemin içeriğine, doğru olup
olmadığına bakmadan, sırf o söyledi diye irrasyonel bir motivasyonla ve
duygusal coşkuyla inanacak ya da kendini inandırmaya zorlayacaktır. Hatta
“mümkün mü” diye sorgulamak ve “kandırılıyoruz mu” diye kanıt aramak yerine, bu
vaadi ancak onun mümkün kılacağına, mucizevî icraatı sadece onun
gerçekleştireceğine inanacakların sayısı azımsanmayacak seviyede olacaktır.
Söyleneni değil, söyleyeni önemseyen, duyulara ve duygulara önem veren, gerçeği
dışlayan, aklı öteleyen bir toplumun “biat” kültürünün tam bir yansımasını
örnekleyecektir.
Dinsel ve
siyasi otorite tarihsel süreçte menfaat gereği ve kasıtlı olarak cehaleti
muhafaza edip yaygınlaştırmayı amaç edinmiştir. “Cahil” dendiğinde akla gelen
eğitimsizlik ve bilgisizlik olgusu yalnız başına cehaleti yaratmaz.
Cehalet, eğitim seviyesine bakmaksızın insanlık, yaşam, toplum, ülke, dünyayı
anlama ve katkı konusunda “düşünce, idrak ve muhakeme sıçraması” yapamayan tüm
kişi ve kesimleri kapsar. Düşünce, idrak ve muhakeme sıçraması kendinin ve
olguların farkında olmayı, bilgiye ve öğrenmeye değer vermeyi, kavramayı, sorumluluğu,
uzlaşı kültürünü, birlikte yaşama azmini, tahammülü, duygudaşlığı, gayret içinde
ve gelişime açık olmayı, yetkin düşünebilmeyi, toplumsal ve bireysel huzuru
önemsemeyi, yozlaşmaktan uzak durmayı, zihinsel ve kişisel değerler üretmeyi
öngören, sadece duygularla hareket etmekten kaçınmayı, önyargısız düşünmeyi ve
davranmayı içeren aktif bir kavramdır.
Toplumun
karakteri daima kendine uygun dini bir zihniyet yaratır. Bilgisizlik ve itaat,
toplumda yaygın ise din anlayışı da bilgisizlik ve itaat ile şekillenir.
İrrasyonalite, düşünce tembelliği, ötekileştirme, ilkesizlik, bilginin
önemsenmemesi, merak eksikliği, faydacılık, kolaycılık, gerçeklere yüz çevirme,
samimiyetsizlik, tutuculuk, uyumsuzluk, şekilcilik, ön yargıların baskınlığı,
analiz-sentez yeteneği yoksunluğu, olguları anlamlandıramama gibi özelliklere
sahip toplum bu özelliklerine uygun bir dini zihniyet oluşturacaktır. Oysa
ilerlemeyi arzulayan bir toplum eninde sonunda mücadele ile yıllar ve yüzyıllar
sürse de dinin, aklı, bilimi, fikirleri, insan haklarını, özgürlüğü, insanca
yaşamayı, demokrasiyi kısıtlamasına, yaratıcılığı engellemesine izin vermez ve
dini kısıtlayıcı bir sistem olarak yaşam biçimine adapte etmez. Atılım
yapamayan, yenilikçi olmayan, yaratıcı olmayan, geri kalmış, sorgulamayan bir
toplum kendine benzeyen, kendine uygun dini bir zihniyeti eninde sonunda
yaratır ve bu anlayış yaşam biçimi ve kural haline gelerek benimsenir,
sahiplenilir ve nesillere aktarılarak sürdürülür.
Yani
toplumsal zekâ, toplumun temel yapısı, kültür, gelenek, davranış, sosyal,
psikolojik, düşünme alışkanlıkları ve dünya algısı yaşam biçimlerine adapte
olacak dini zihniyeti oluşturur. Toplumun genel karakterine ve değerlerine göre
şekillenen dini zihniyet, sonrasın da toplumun isteklerini karşılayacak
seviyede meşrulaşıp temel özellikler, düşünme ve davranış biçimleri olarak
yerleşir. Toplum kendini meşrulaştırmak için dini kullanır ve kendine göre
yorumlayarak kendine benzer dini bir anlayışı yapısına adapte eder.
Örneğin düşünme
eylemini sevmeyen kullar topluluğu bireyleri Kuran’ı okunacak bir kitap değil
tapılacak ilahi bir nesne olarak tanımlamıştır. Kuran, Arapça bilmedikleri
halde Arapça harflerin okunuşu ile avunan ve sevap kazanılacağını düşünen bir
davranışı kendi varoluş amaçlarına aykırı bulurdu kesinlikle. Bir insan,
anlamadığı ses dizisi ile nasıl bir anlamlı bir mesaj çıkartılabilir ve diğer
insanlara ve kendi iç dünyasına seslenebilir? Anadili Türkçe olan birisi nasıl
olur da kendi diliyle Allah ile iletişim kurmakta zorlanır? Evet, ne yazık ki
Arapça dilini ve harflerini ikonlaştıran, aracı amaç yerine koyan, tılsımlı,
gizemli olduğuna inanan bir zihniyet içeriğe ulaşmayı amaç edinmez. Bu yerleşik
dinsel argüman, bilgilenmeyi ve araştırmayı ilke edinmemiş, soyutlama yeteneği
eksik olan toplum tarafından, somutun algı kolaylığı nedeniyle benimsenmiş
ayrıca toplumu etkilemek, yönetmek, yönlendirmek isteyen liderler, şeyhler,
politikacılar, yöneticiler tarafından da kendi amaçları ve ideolojileri
doğrultusunda kullanılmıştır. Din gibi karmaşık konuları olan bir olguda halkın
kendilerine söylenen ve öğretilen kadar az şey bilmeleri ve sunulan ile
yetinerek bilgi sahibi olmaktan kaçınması daima otoritenin işine gelmiştir.
Karşılıklı yarar ilişkisinde otorite din dâhil her türlü bilgiyi kısıtlamak,
sınırlandırmak, toplumun bir kesimi de kısıtlanmış bilginin memnuniyeti ile
sınırlarını zorlamamayı, bilgiyi aramamayı, kendine ve önce ailesine ve sonra
çevresine, kendi yöneticilerine ya da ileri gelenlere soru sormamayı tercih
etmiştir.
Kullar
topluluğu sosyal bir kimlik ve aidiyet sağlar. Bu gruba ait olmak için biat
kültürünü kabullenmek, düşünceleri, gelenekleri, davranışları değiştirmemek ve
direnmek, mevcut durumu sürdürecek seviyeyi yakalamak ve korumak, bu amaç doğrultusunda
söylenen her şeye inanmak yeterlidir. Topluluğu; gelir, eğitim, yaş seviyesine
bakmaksızın bir arada olmayı sağlayan benzerliği, beraberliğe dönüştüren faktör
“inançtır”. Dinsel aidiyet duygusunun baskınlığıdır.
Topluluk
kendi düşüncelerine hitap edebilen başkalarına, kandırıldıklarına bile
aldırmadan daha çok güvenirler ve onların yorumlarını kabullenirler ve onların
yarattıkları dünyayı gerçek olarak algılarlar. Bu onların zihin yapıları için
kolay ve zahmetsiz, dünyayı anlama, açıklama, yaşama şeklidir ve bu anlayış ne
şimdinin ne de yüzyıl öncesinin de meselesidir. Başkalarını yüceltirken
kendilerini de açıkça yüceltme eğilimi vardır. Olayların izahında ve durumların
anlamlandırılmasında etkilendikleri ve etkilenmek istedikleri kişilerin ve yöntemlerin
doğruluğuna inanırlarken, kendi deneyimlerini göz ardı ederler.
İnanç
dünyalarındaki soyut boşlukları, bilinen kişilikler ile dolduran toplumlara
dünyanın farklı ülkelerinde de rastlanmaktadır. Üstün olarak nitelenen kişi ya
da lider üstelik aynı çağda yaşayan somut bir figür ise duyusal olarak
yüceltilmesi, bağlanılması ve ikonlaştırılması daha kolaydır.
Otorite,
ideolojilerini uygulamak, sağlamlaştırmak ve en önemlisi topluluğun kendilerine
bağımlılığını sürdürmesi adına kitlenin bilgisizliğini kaynak olarak kullanır.
Bilgilenme konusunda alanları daraltarak, kasıtlı olarak zihin bulanıklığı
yaratıp, cehaleti “toplumun yapısı ve kültürün kendisi” olarak tasarlamayı
başlıca amaç edinir. Toplum, tarihsel ve sosyolojik olarak da gelişmemiş, tutucu,
bilim ve aklı dışlayan yapıya sahipse bilgiye ulaşmayı engellemek daha da
kolaylaşır. Aydınlanma istenmiyorsa, insanların bilgi havuzuna ulaşmaması için
kitlenin tepkisiz kalacağı, kabulleneceği ve savunacağı inanç ve din ağırlıklı
eğitim yöntemleri temel amaç edinilir. Eğitim onların belirlediği alanlarda
yapıldığından çağdaş dünyanın eğitim seviyesinin çok gerisinde kalan kullar
topluluğu, temel dünya, temel ülke sorunlarının farkına varamaz hale gelir.
Kitle, dış dünyayı, gelişen, değişen hayatın dinamiklerini anlamaya gayret
etmek yerine bir reddetme çılgınlığı içindedir. Böylesi bir toplumda
düşünebilme kabiliyeti gelişmiyorsa/gelişmesine, aydınlanmaya izin verilmiyorsa
yaşam, din, medeniyet ve ahlak algıları o kalıplar içinde şekillenecek ve
yerleşik, sorgulanamaz düşünce, inanç ve değerleri biricik ve değişmez olarak
yerleşecektir.
Eğitim
sistemimiz ile gerçek dünya arasında büyük bir uyumsuzluk var. Aileden başlayan
bilgisizlik korundukça safsatalar, boş inançlar ve liderlerin her söylediği,
her yaptığı maalesef eğitimsiz kitleye hoş görünecektir. Otorite sürekli
eğitimsizliğe yatırım yaparak pozitif bilimi değil, niteliksiz, ezberci, yanlı
eğitimi yaygınlaştırmak, temel zihinsel ve mesleki beceri kazandırmaktan uzak,
dinsel eğitimleri ve eğilimleri ön plana çıkararak, çağdaş eğitimi
sığlaştırmak, geçiştirmek ve zihinsel uyku halinin devamı için yöntem ve
politikaları geliştirmeye ve uygulamaya devam edecektir.
Otorite,
irrasyonel, gayri ahlaki ve hukuk dışı uygulamalarının meşru olduğunu, kutsal
saydıkları ideallerini gerçekleştirme yolunda yapılması gerektiğinin
meşruiyetine inanmış ve kitleyi de inandırmış bir ideale
sahiptir. Kendilerini affettirmek ve kendilerine karşı güveni sarsacak
olayların gerçek nedenlerini gizlemek ya da değiştirmek, aynı şekilde
başarılarını abartmak için “kader, fıtrat, helallik, teslimiyet, cennet,
cehennem, şükür etmek, emir, kutsallık, din, iman, şahadet, milliyetçilik” gibi
dini sembol söylemleri kullanırlar. Böylesi söylemler otoriteye hem mazeret hem
de motivasyon sağlar.
Telkin
mekanizmasının sürekli ve etkin kullanılmasıyla gerçeklerden kopuk, tüketici,
bilgiç, kafa yormayan, şiddete eğilimli, kibirli, bilgiyi ve gelişmeyi hor
gören bireylerden oluşan, körü körüne bağlanmış, tek sesli bir toplum oluşur.
Günümüzün yaygın medya araçları ise “gerçeklerin” göz ardı edilmesi yoğun kara
propaganda ile kolaylaşır. Yanlış, yanlı, değiştirilmiş "gerçekleri",
cehaleti ve aptallığı yayma çabaları, hiçbir zaman şimdi ki kadar kolay
olmamıştı.
Düşünce
fakiri ve cahil insanlar dünyayı/hayatı kendileri kadar, algıları kadar
zannederler. Kendi düşünce ve algı sınırlarıyla dünyanın/hayatın sınırlarını da
çizerler. Algıların kontrol edilerek yönlendirmesi, dayatılması, sınırlandırma
ve inandırma eylemleri pasif ve duygularıyla hareket eden insanlarda çok
kolaydır. Yani bireysel ve toplumsal “pasif" (zekâdan bahsetmiyorum) zihin
yapısı varsa manipüle edilmiş algı sınırları içinde yaşandığını veya
yaşatıldıklarını bir anlamda da bu sınırlara mahkûm edildiklerini fark
edemezler. Bu durum bir toplumun başına gelebilecek en büyük kötülüklerden
biridir, bunu da günümüzdeki siyasi güç bizlere ziyadesiyle yaşatmıştır.
Cehalet
kültürü dini ve siyasi liderlerin, şirketlerin, yöneticilerin, algı
operatörlerinin, söylevcilerin, reklamcıların, çıkarcıların çok ama çok işine
gelmektedir.
İnsanın
irrasyonelliği tüm kararları etkilerken, cehaletin yaygın olduğu kesimlerde ise
farkında olmadan toplumu, ülkeyi çok sarsıcı şekilde etkiler; ülke gelişmez,
barış gelmez, ekonomi ilerlemez, toplum ayrışır…
Kitle,
çoğunlukla liderin kullandığı kutuplaştırmacı, ötekileştirici dili benimseyen
bireylerden oluştuğunda, kendi yandaşlarının dışındakilere yani ötekilere gizli
ya da açık bir mesafe oluşturur. Kutuplaştırılan toplumda muhalifler
istenilmeyen, asla içlerine sindiremedikleri hatta varlıklarından nefret
ettikleri, tahammül edemedikleri kimseler olur ve olmaya da devam ederler.
Kendisi gibi düşünmeyenlere iktidarın kötü, kaba, hatta acımasız davranışları
topluluk tarafından kolayca göz ardı edebilir, umursamazlar ve hatta yaşatılan
zorbalıkları onaylarlar. Çünkü onların bunu hak ettiklerini ve daima hak
edecekleri önyargısıyla karşı tarafı suçlarlar. “Öteki” insanların lidere
kendileri gibi biat etmemelerinden, yanlış tutum, inanç ve yaşam biçimlerinden
hatta günahkarlıklarından dolayı oluşan kaos ortamının gereği olarak otoritenin
baskılarının haklı nedenlere dayandığına inanırlar. Kendi düşünceleri, dini
inançları, alışkanlıkları dışındaki hiçbir şey anlaşılabilir, uzlaşılabilir
hatta saygı duyulabilir değildir. Kendileri gibi düşünmeyenler onların nezdinde
bütünlüklerine göz dikmiş, tehditkâr, potansiyel zararlılardır ve hatta dinsel
söylemle "münafıklardır". Amaç, gerçeklere ulaşmak ve doğruyu bulmak
değil, lidere sadakati göstererek karşı saftakiler olarak tanımladıkları
fikirleri, kişileri, toplulukları ve olguları dışlamak ve bertaraf etmektir.
Otorite,
dinsel kimlik üzerinden tabanını dar ve statik düşünce dünyalarına sıkıştırarak
söz dinleyen, bağımlı, edindiği kısıtlı ve bilimsel olmayan eğitim, kültür,
düşünce yetisiyle, fikir yoksunu bu topluluğu gerçeklerden kopartarak kitlenin
sadakatini sürmeyi amaçlar. Muhaliflerin kötü insanlar olduğunu
propagandasıyla, kendilerinin ve destek verenlerin yüceltilmeye layık dindar,
iyi ve değerli insanlar olduğunu fikrini aşılamaya gayret gösterirler.
Toplumun
benimsediği sosyal ve hatta dinsel anlayış, kendi gibi düşünmeyenin değersiz,
uzak durulması gerekenler olduğudur. Bu anlayışın görünmeyen duvarlar arasında
güçlü önyargıları vardır ve idealize edilen ahlakın ve dinin öngördüğü
"hoşgörü", başkalarına karşı gösterilecek yerleşik bir davranış
olmamıştır. Böylesi insanlar birbirlerine karşı korumacı ve adilmiş gibi
davranırken diğer birey ve topluluklara açıkça düşmanca ve merhametsiz davranma
eğilimi taşırlar. Adalet algıları ve duyguları kesinlikle evrensel nitelikte
değildir. Liderler de bu durumu körükleyerek rakip olarak gördüklerine karşı
baskı ve hukuksuzluk ile sindirme fırsatı yaratırlar.
Kullar
topluluğu liderlerinin fikirlerine, davranışlarına, politikalarına itiraz
edilmesi ve eleştirilmesini bir hakaret, kabul edilemez bir gaflet olarak
değerlendirir, çünkü lider onların nazarında tartışılması asla düşünülmeyen
üstün bir kişilik konumundadır.
Algı
mühendisliği, beyin yıkama ve propaganda sayesinde devletin asli görevi olan
imar işleri büyük başarının bir ispatı olarak gösterilmeye çabalanmaktadır.
Kitle, perde arkası detayları, yanlış işletme mantığının devlete getirdiği
yükün onların torunlarının bile hayatlarından çalacağını düşünemeyecek kadar
gerçeklerden uzak, algı tuzaklarında yaşadıklarını maalesef fark edemiyor. Siz
hiç Kanada, Norveç, Japonya, İsveç gibi ülkelerin inşaat projeleri ile
övündüğünü duydunuz mu? Onlar da çok büyük ve parmak ısırtan ulaşım ağları ve
dev projeler yapıyorlar. Bu ülkeler demokrasi, bilim, özgürlük, mutluluk,
sağlık, insanlığa katkı, eğitim, sanat, refah seviyesi, gelişmişlik, uzay, tıp,
yaratıcılık, güven endekslerinde her zaman üst seviyelerde olmaları,
teknolojiye katkıda bulunmaları ve buluşları ile övünüyorlar. Yani inşaat
faaliyetlerini dünya başarısı olarak gösterip, şımarık iç politika malzemesi
yaparak dünyaya nam salamayacaklarını kavrayalı uzun yıllar olmuş. Siz
demokrasiyi, eğitimi, bilimi ve sanatı önemsemeden istediğiniz kadar inşaat
yapın, bu sizi dünyanın iyileri arasına asla yükseltmez (üstelik devleti yani
halkı yıllarca borçlandırarak). Kullar topluluğundan alınan iltifat ile
yetinmek ancak iç politika malzemesine ve kandırmacasına yetecek sahte bir
ihtişam anlamına gelir.
Nesillerin
zihinsel, kültürel ve sosyal içeriklerini bir sonraki nesle aktarırken aklı ve
bilimi, insanlığı, iyi bir ülke ve dünya vatandaşı olmayı ön planda tutmaması
halinde nasıl bir toplum, nasıl bir ülke, nasıl bir hukuk, nasıl bir ekonomi
oluşacağının resmini çizebilir misiniz, deseler son çeyrek yüzyıla bakın derim.
Demokrasi
bilinç gerektiren bir yönetim biçimiyse, halkın bu bilince sahip olmaması için
açıkgöz ve totaliter liderlerin dini söylemleri kullanması, inançları siyasete
dönüştürmesi maalesef tarih boyunca ve halihazırda çok kolay ve etkileyici bir
yöntem olmuştur. Sonuçta otorite gerçekleri daima gizleyerek, değiştirerek,
dinsel hassasiyetleri kullanarak, güdümleme ve yoğun propaganda ile ancak
yaşamalarına yetecek kadar ekonomik koşullar yaratarak kullar topluluğunda ve
etkilenmeye hazır insanlar üzerinde adeta bir hipnoz etkisi yaratmıştır.
Oysa
cehalettir bu yalan ihtişamı yaratan. Öylesi bir topluluk iktidarın baskısını
hissetmez çünkü akılcı duyarlılığını kapatmıştır/kaybetmiştir ve gerçeklikten
kopmuştur. Gerçeklikten kopan topluluk/halk özgürleştirilecek, geliştirilecek,
daha adil, daha eşit, bilime, felsefeye, ahlaka ve sanata önem veren başka bir
dünyayı hayal edemez. Algılarının doğruluğuna olan inancın katılığını erdem
olarak kabul ederler.
Cehalet sonuçta
milyonlarca hoşgörülü, zeki beynin istemediği, onaylamadığı bir gerici bir
medeniyetin gelişmesine olanak verirken, iktidar seven otoriter beyinler
tasarlanan bir dünya düzeni kurmanın zeminini oluşturmaktadır. Böyle bir
mühendislik toplumu çatıştırır, zayıflatır, yobazlaştırır ve asla ilerletmez.
Rasyonel,
halkını ve halkının geleceğini düşünen dürüst bir lider önce laik ve demokratik
bir temelin değerini anlamalı ve sonra adil ve gerekli adımları cesaretle
atacak kararlığı göstermelidir. Doğruyu ve gerçeği aramaya yönelik eylemlerde
bulunmayan, gelişme ve gelişememe sorunlarını irdelemeyen, özgür düşünemeyen
toplumlarda asla istikrar olmayacağını bilmelidir.
1997 yılında
BM Genel Sekreter Kofi Annan bir konferansta yaptığı konuşmada şöyle demiştir:
İnsanları düşman yapan şeyin bilgi değil cehalet olduğuna inanıyoruz. Çocukları
savaşçı yapan bilgi değil cehalettir. Bazılarını demokrasi yerine tiranlığı
savunmaya iten bilgi değil, cehalettir.
Akil
Alparslan
23 Mayıs 2023