KULLAR
TOPLULUĞUNDA LİDER FAKTÖRÜ VE CEHALET KÜLTÜRÜ
Dayatılan kısıtlı
dünya, düşünce ve yaşam biçiminde, gerçeklerle ilgilenmeyen bir toplumda,
rasyonel birey olmanın ağırlığını yaşayanlardan mısınız?
“Kul”
kelimesi köle, hizmetkâr, emre itaat eden anlamına gelir.
Her çağda
kullar kendi efendilerini yaratırlar. Efendileri onları korusun, umut versin ve
arzu ettikleri cenneti sürekli hatırlatsın, kendilerine hayaller satsın diye.
Başlarken
bazı bilgiler: Türkiye 2022’de yolsuzluk ve rüşvet algı endeksinde dünyada
101’nci, 2022’de Türkiye dünya enflasyon birincisi, Türk Lirası 2022’de dolar
karşısında dünyada en çok değer kaybeden üçüncü para birimi, Dünya Demokrasi
Endeksi'nde 2022’de 167 ülke arasında 103'üncü, Freedom House (Siyasi
özgürlük ve insan hakları konusunda araştırma ve savunuculuk yapan kuruluş)
2023 verilerine göre Türkiye özgür olmayan ülkeler listesinde, Dünya Adalet
Projesi (WJP-World Justice Project) Küresel hukukun üstünlüğü sıralamasında
140 ülke arasında 116’ncı, Avrupa’da 2022’de trafik kazası sonucu ölüm sayısı
en fazla olan ülke, Avrupa’da 2022’de işçi ölümlerinin en fazla olduğu ülke,
OECD ülkeleri arasında 2022’de en fazla şiddete maruz kalan kadınlar
sıralamasında birinci, Mali Eylem Görev Gücü (FATF) tarafından 2021
yılında kara paranın aklanması ve terörizmin finansmanını engellemede eksikleri
olduğu için gri listeye alınan ülke, dünyanın en mutlu ülkeleri sıralaması
listesinde Türkiye 137 ülke arasında 106’ncı, 2023 Küresel Barış Endeksi'nde
163 ülke arasında 147’nci (The Institute for Economics & Peace IEP),
dünyanın en iyi üniversiteleri sıralamasında ilk 400’de yer almayan ülke...
Demokrasi,
özgürlük, laikliğin yanında, işsizlik, eğitim, enflasyon, terör, yolsuzluk,
insan hakları, ifade özgürlüğü, adalet, güvenlik, çevre, tarım, sosyal, ahlaki
alanlarda yaşanılan büyük buhranlara rağmen halkın büyük bir kesimi neden hala
sorunları yaratan, yanlışlarına devam eden, ayırımcılık yapan bir liderleri,
insanları, söylemleri ve politik olarak da hükümeti desteklemeye devam eder? Toplumun
her kesiminden ister fakir, ister sistemin yarattığı zengin çıkarcılara kadar
otoriteden maddi beklentisi olanların bağlılığını ve desteğini bir kenara
bırakırsak olmaması gereken bu dogmatik bağlılığı nasıl açıklarız? Gerçeklerle
yüzleşmek, akıl yürütmek yerine neden mutlu cehaleti ve temelsiz önyargıları tercih
ederler? “Kullar
topluluğu” olarak adlandırdığım toplum kesimi sorunları neden göremiyor ve
sorunları yaratanlar “ötekilerdir” fikrine niçin hala körü körüne bağlı ve
neden anlkaşılmaz ısrarına devam ediyor? Ötekiler ki onlar adil, özgür,
gelişmiş, laik, demokratik, eşit, huzurlu bir ülkede kardeşçe yaşamak isteyen,
içinde bulunulan gerçekleri gören ve çözüm arayan bireyler olmalarına rağmen
neden onları düşman gibi görülüyorlar? Bir kitlenin inandıklarının dışındaki
gerçekleri söylemek, vurgulamak, önemsemek, ideal edinmek neden suç olarak
görülüyor? Bu düşmanca tavır kuşaktan kuşağa niye değişimiyor?
Bu kitle,
ihtişamlı algı operasyonları ile eğitim ve refah seviyesine bakılmaksızın tüm
açık ve acı gerçeklere rağmen yalanların değilmiş gibi sunulduğu ve algılarının
kontrol edildiği halk kesimidir. Topluluk, sunulan algı ihtişamını
inandıklarının kanıtı sayıyor, kendine sunulanı onaylamakla kalmıyor
yüceltiyor, sorgusuzca her şeyin muhteşem ve her şeyin yolunda olduğunu
düşünüyor. İşte bu durum temel ve büyük bir toplumsal sorunun varlığı anlamına
geliyor. Üstelik yaşadıkları sıkıntıların kaynağının destekledikleri
liderin ve fikirlerinin olduğunu sorgulamayacak kadar kapalı, dar, şüphe duymayan
bir bakış açısına sahip olmaları ise çok acı verici. Onlara göre tüm
sıkıntıların kaynağı “diğerleri” yani doğru yolda olmayanlardır. Kendi
topluluğundan, kendi dininden ve inandıklarından, hatta kendi mezhebinden
olmayan, kişiler, topluluklar, ülkeler yalnızca çıkarlar dışında yüz çevrilmesi
ve mücadele edilmesi gereken unsurlar olarak görülüyor. Bunu da liderlerinin
kendileri adına başarıyla, cesaretle yaptığına inanıyorlar.
Topluluğa
sunulan coşkulu inandırma yöntemleri, kandırılmayı sağlayan duygusal değerleri
canlı tutuyor. Onların dünyasında nesnel olgular ötelendiği için yalanlar
gerçeğin yerine geçiyor. Analitik düşünme yeteneği çok gelişmemiş, okuma
alışkanlığı olmayan kitlede “gerçeklik,” algı oyunları ile “istenen” ile
değiştiriliyor ve zihinler kurmaca bir dünyayı gerçek zannetmeye başlıyor.
Yalanlar gerçeğe dönüştükçe gerçek önemsizleşip değerini yitiriyor, toplum
gerçeklere karşı körleşiyor ve duyarsızlaşıyor. Dünyayı ve nesnel gerçeklerini
inandıkları zihniyete teslim edenler, yalanla başlayan ve yalanla
kurguladıkları hayatlarını elbette yalanlarla sürdürüyorlar. Kitle, yalanın
yalan olduğunu fark edemeyecek kadar tek boyutlu ve gerçeklere ilgisiz yapay
bir dünya yarattığını anlayamazken aynı zamanda hem otoriteden beklentileri hem
de kendi arzuları doğrultusunda olmasını istediklerine inanmaya devam ediyor.
Kullar
topluluğu biat etmeyi doğru ve üstün meziyet sanan, liderlerini aşırı yücelten
bir yaklaşıma sahiptir. Liderin "şeytani dünyaya" karşı daima
savunulduklarını ve kendilerini ezmeye çalışan dış dünyaya karşı onun
tarafından kahramanca korunduklarını düşünüyorlar ve lideri bu uğurda mücadele
eden adil bir figür olarak algılıyorlar. Bu süreçte onun yaptıklarının ve
gelecekte yapacaklarının doğru ve vazgeçilmez olduğunu koşulsuz kabullenmenin
katılığını dürüstlük ve sadakat olarak kabul ediyorlar ve ona, uygulamalarına,
yaptıklarına, söylediklerine karşı hiç şüphe duymuyorlar. En saçma vaatlerde
bulunsa bile lider kişi, kullar topluluğu söylemin içeriğine, doğru olup
olmadığına bakmadan, sırf o söyledi diye irrasyonel bir motivasyonla ve
duygusal coşkuyla inanıyor ya da kendini inandırmaya zorluyor. Hatta “mümkün
mü” diye sorgulamak ve “kandırılıyoruz mu” diye kanıt aramak yerine, bu vaadi
ancak onun mümkün kılacağına, mucizevî icraatı sadece onun gerçekleştireceğine inanılıyor.
Söyleneni değil, söyleyeni önemseyen, duyulara ve duygulara önem veren, gerçeği
dışlayan, düşünmeyen, doğru değerlendirmeler yapamayan, aklı öteleyen bir
kitlenin “biat” kültürüdür bu.
Dinsel gücü
kullanan siyasi otorite tarihsel süreçte menfaat gereği ve kasıtlı olarak
cehaleti muhafaza edip yaygınlaştırmayı amaç edinmiştir. “Cahil” dendiğinde
akla gelen eğitimsizlik ve bilgisizlik olgusu yalnız başına cehaleti
yaratmaz. Cehalet, eğitim seviyesine bakılmaksızın insanlık, yaşam,
toplum, ülke, dünyayı anlama ve katkı konusunda “düşünce, idrak ve muhakeme
sıçraması” yapamayan tüm kişi ve kesimleri kapsar. Düşünce, idrak ve muhakeme
sıçraması kendinin ve olguların farkında olmayı, bilgiye ve öğrenmeye değer
vermeyi, kavramayı, sorumluluğu, uzlaşı kültürünü, birlikte yaşama azmini,
tahammülü, duygudaşlığı, gayret içinde ve gelişime açık olmayı, yetkin
düşünebilmeyi, toplumsal ve bireysel huzuru önemsemeyi, yozlaşmaktan uzak
durmayı, zihinsel ve kişisel değerler üretmeyi öngören, sadece duygularla
hareket etmekten kaçınmayı, önyargısız düşünmeyi ve davranmayı içeren aktif bir
kavramdır.
Toplumun
karakteri daima kendine uygun dini zihniyet yaratır. Bilgisizlik ve itaat,
toplumda yaygın ise din anlayışı da bilgisizlik ve itaat ile şekillenir.
İrrasyonalite, düşünce tembelliği, ötekileştirme, ilkesizlik, bilginin
önemsenmemesi, merak eksikliği, faydacılık, kolaycılık, gerçeklere yüz çevirme,
samimiyetsizlik, tutuculuk, uyumsuzluk, şekilcilik, ön yargıların baskınlığı,
analiz-sentez yeteneği yoksunluğu, olguları anlamlandıramama gibi özelliklere
sahip toplum bu özelliklerine uygun bir dini zihniyet oluşturacaktır. Oysa
ilerlemeyi arzulayan bir toplum eninde sonunda mücadele ile yıllar ve yüzyıllar
sürse de dinin, aklı, bilimi, fikirleri, insan haklarını, özgürlüğü, insanca
yaşamayı, demokrasiyi kısıtlamasına, yaratıcılığı engellemesine izin vermez ve
dini kısıtlayıcı bir sistem olarak yaşam biçimine adapte etmez. Atılım
yapamayan, yenilikçi olmayan, yaratıcı olmayan, geri kalmış, sorgulamayan bir
toplum kendine benzeyen, kendine uygun dini bir zihniyeti tarihsel süreçte
yaratır ve bu anlayış yaşam biçimi ve kural haline gelerek benimsenir,
sahiplenilir ve nesillere aktarılarak sürdürülür.
Yani toplumsal
zekâ, toplumun temel yapısı, kültür, gelenek, davranış, sosyal, psikolojik,
düşünme alışkanlıkları ve dünya algısı yaşam biçimlerine adapte olacak dini
zihniyeti oluşturur. Toplumun genel karakterine ve değerlerine göre şekillenen
dini zihniyet, sonrasın da toplumun isteklerini karşılayacak seviyede
meşrulaşıp temel özellikler, düşünme ve davranış biçimleri olarak yerleşir.
Toplum kendini meşrulaştırmak için dini kullanır ve kendine göre yorumlayarak
kendine benzer dini bir anlayışı yapısına adapte eder.
Örneğin
düşünme eylemini sevmeyen kullar topluluğu bireyleri Kuran’ı okunacak bir kitap
değil tapılacak ilahi bir nesne olarak tanımlamıştır. Kuran, Arapça
bilmedikleri halde Arapça harflerin okunuşu ile avunan ve sevap kazanılacağını
düşünen bir davranışı kendi varoluş amaçlarına aykırı bulurdu kesinlikle. Bir
insan, anlamadığı ses dizisi ile nasıl bir anlamlı bir mesaj çıkartılabilir ve
diğer insanlara ve kendi iç dünyasına seslenebilir? Anadili Türkçe olan birisi
nasıl olur da kendi diliyle Allah ile iletişim kurmakta zorlanır? Evet, ne
yazık ki Arapça dilini ve harflerini ikonlaştıran, aracı amaç yerine koyan,
tılsımlı, gizemli olduğuna inanan bir zihniyet içeriğe ulaşmayı amaç edinmez.
Bu yerleşik dinsel argüman, bilgilenmeyi ve araştırmayı ilke edinmemiş,
soyutlama yeteneği eksik olan toplum tarafından, somutun algı kolaylığı
nedeniyle benimsenmiş ayrıca toplumu etkilemek, yönetmek, yönlendirmek isteyen
liderler, şeyhler, politikacılar, yöneticiler tarafından da kendi amaçları ve
ideolojileri doğrultusunda kullanılmıştır. Din gibi karmaşık konuları olan bir
olguda halkın kendilerine söylenen ve öğretilen kadar az şey bilmeleri ve
sunulan ile yetinerek bilgi sahibi olmaktan kaçınması daima otoritenin işine
gelmiştir. Karşılıklı yarar ilişkisinde otorite din dâhil her türlü bilgiyi
kısıtlamak, sınırlandırmak, toplumun bir kesimi de kısıtlanmış bilginin
memnuniyeti ile sınırlarını zorlamamayı, bilgiyi aramamayı, kendine ve önce
ailesine ve sonra çevresine, kendi yöneticilerine ya da ileri gelenlere soru
sormamayı tercih etmiştir.
Kullar
topluluğu sosyal bir kimlik ve aidiyet sağlar. Bu gruba ait olmak için biat
kültürünü kabullenmek, düşünceleri, gelenekleri, davranışları değiştirmemek, mevcut
durumu sürdürecek seviyeyi yakalamak ve korumak, bu amaç doğrultusunda söylenen
her şeye inanmak yeterlidir. Topluluğu; gelir, eğitim, yaş seviyesine bakılmaksızın
bir arada olmayı, benzerliği, beraberliğe dönüştüren faktör “inançtır”. Dinsel
aidiyet duygusunun baskınlığıdır.
Topluluk
kendi düşüncelerine “hitap” edebilen başkalarına, kandırıldıklarına bile
aldırmadan daha çok güvenirler. Onların düşünce ve davranışlarını kabullenerek oluşturdukları
dünyayı gerçek olarak algılarlar. Bu onların zihin yapıları için kolay ve
zahmetsiz, dünyayı anlama, açıklama, yaşama şeklidir ve bu anlayış ne şimdiden
çok geçmişe giden bir meselesidir. Olayların izahında ve durumların
anlamlandırılmasında etkilendikleri ve etkilenmek istedikleri kişilerin ve
yöntemlerin doğruluğuna inanırlarken, kendi deneyimlerini göz ardı ederler.
İnanç
dünyalarındaki soyut boşlukları, bilinen kişilikler ile dolduran toplumlara
dünyanın farklı ülkelerinde de rastlanmaktadır. Üstün olarak nitelenen kişi ya
da lider üstelik aynı çağda yaşayan somut bir figür ise duyusal olarak
yüceltilmesi, bağlanılması ve ikonlaştırılması daha kolaydır.
Otorite,
ideolojilerini uygulamak, sağlamlaştırmak ve en önemlisi topluluğun kendilerine
bağımlılığını sürdürmesi adına kitlenin bilgisizliğini kaynak olarak kullanıyor.
Bilgilenme konusunda alanları daraltarak, kasıtlı olarak zihin bulanıklığı
yaratıp, cehaleti “toplumun yapısı ve kültürün kendisi” olarak tasarlamayı
başlıca amaç ediniyor. Toplum, tarihsel ve sosyolojik olarak da gelişmemiş,
tutucu, bilim ve aklı dışlayan yapıya sahipse bilgiye ulaşmayı engellemek daha
da kolaylaşıyor. Aydınlanma istenmiyorsa, insanların bilgi havuzuna ulaşmaması
için kitlenin tepkisiz kalacağı, kabulleneceği ve savunacağı inanç ve din
ağırlıklı eğitim yöntemleri temel amaç ediniliyor. Eğitim onların belirlediği
alanlarda yapıldığından çağdaş dünyanın eğitim seviyesinin çok gerisinde kalan
kullar topluluğu sonuçta temel dünya, temel ülke sorunlarının farkına varamaz
hale geliyor. Kitle, dış dünyayı, gelişen, değişen hayatın dinamiklerini
anlamaya gayret etmek yerine reddetme çılgınlığını yaşıyor.
Böylesi bir
toplumda düşünebilme kabiliyeti gelişmiyorsa/gelişmesine, aydınlanmaya izin
verilmiyorsa yaşam, din, medeniyet ve ahlak algıları o kalıplar içinde
şekillenecek ve yerleşik, sorgulanamaz düşünce, inanç ve değerleri biricik ve
değişmez değerler olarak yerleşecektir.
Eğitim
sistemimiz ile gerçek dünya arasında büyük bir uyumsuzluk var. Aileden başlayan
bilgisizlik korundukça safsatalar, boş inançlar ve liderlerin her söylediği,
her yaptığı maalesef eğitimsiz kitleye hoş ve alternatifsiz görünüyor. Otorite
sürekli eğitimsizliğe yatırım yaparak pozitif bilimi değil, niteliksiz,
ezberci, yanlı eğitimi yaygınlaştırıyor. Ahlakın mensup oldukları din
tarafından zaten bahşedildiğini, öze bakmadan dindar olmanın ya da görünmenin
ahlakın varlığına yettiğine inanıyorlar. Çağdaş eğitimi sığlaştırmak,
geçiştirmek ve zihinsel uyku halinin devamı için yöntem ve politikaları
geliştirmeye ve uygulamaya devam ediyorlar.
Otorite,
irrasyonel, gayri ahlaki ve hukuk dışı uygulamalarının meşru olduğunu, kutsal
saydıkları ideallerini gerçekleştirme yolunda yapılması gerektiğinin
meşruiyetine inanmış ve kitleyi de inandırmıştır. Kendilerini affettirmek ve
kendilerine karşı güveni sarsacak olayların gerçek nedenlerini gizlemek ya da
değiştirmek, aynı şekilde başarılarını abartmak için “kader, fıtrat, helallik,
teslimiyet, cennet, cehennem, şükür etmek, emir, kutsallık, din, iman, şahadet,
milliyetçilik” gibi dini sembol söylemleri sık sık kullanıyorlar. Böylesi
söylemler kitle tarafından onaylandıkça otoriteye hem mazeret hem de motivasyon
sağlıyor.
Telkin
mekanizmasının sürekli ve etkin kullanılmasıyla gerçeklerden kopuk, tüketici,
bilgiç, kafa yormayan, şiddete eğilimli, kibirli, bilgiyi ve gelişmeyi hor
gören bireylerden oluşan, körü körüne bağlanmış, tek sesli bir toplum oluşmuştur.
Günümüzün yaygın medya araçları ile “gerçeklerin” göz ardı edilmesi yoğun kara
propaganda ile daha kolaylaşıyor. Yanlış, yanlı, değiştirilmiş
"gerçekleri", cehaleti ve aptallığı yayma çabaları, hiçbir zaman
şimdi ki kadar kolay olmamıştır.
Düşünce
fakiri ve cahil insanlar dünyayı/hayatı kendileri kadar, algıları kadar
zannederler. Kendi düşünce ve algı sınırlarıyla dünyanın/hayatın sınırlarını da
çizerler. Algıların kontrol edilerek yönlendirmesi, dayatılması, sınırlandırma
ve inandırma eylemleri pasif ve duygularıyla hareket eden insanlarda çok
kolaydır. Yani bireysel ve toplumsal “pasif" (zekâdan bahsetmiyorum) zihin
yapısı manipüle edilmiş bilgi dünyasında yaşandığını, belirlenmiş sınırlara
mahkûm edildiklerini farkına varamıyor. Bu durum bir toplumun başına
gelebilecek en büyük kötülüklerden biridir, bunu da günümüzdeki siyasi güç
bizlere ziyadesiyle yaşatmıştır.
Cehalet
kültürü dini ve siyasi liderlerin, şirketlerin, yöneticilerin, algı
operatörlerinin, söylevcilerin, reklamcıların, çıkarcıların çok ama çok işine
geliyor.
İrrasyonellik
ve cehaletin yaygınlığı ülkeyi çok sarsıcı şekilde etkiliyor; gelişmiyor, ekonomi
ilerlemiyor, toplum ayrışıyor ve barış bir türlü gelmiyor.
Kitle,
çoğunlukla liderin kutuplaştırmacı, ötekileştirici dili benimseyen bireylerden
oluştuğundan, kendi yandaşlarının dışındakilere yani ötekilere gizli ya da açık
bir mesafe koyuyor. Kutuplaştırılan toplumda muhalifler istenilmeyen, asla
içlerine sindiremedikleri hatta varlıklarından nefret edilen, tahammül edilemeyen
kimseler haline geliyor.
Otoritenin
kötü, kaba, hatta acımasız davranışları taraftar topluluk tarafından kolayca
göz ardı edebiliyor, umursanmıyor hatta yaşatılan zorbalıkları onaylanıyor.
Çünkü onların bunu hak ettiklerini ve daima hak edecekleri önyargısıyla karşı
tarafı suçlu ilan ediliyor. “Öteki” insanların lidere kendileri gibi biat
etmemelerinden, yanlış tutum, inanç ve yaşam biçimlerinden hatta “günahkarlıklarından”
dolayı oluşan kaos ortamının gereği olarak otoritenin baskılarının haklı
nedenlere dayandığına inanıyorlar. Kendi düşünceleri, dini inançları, alışkanlıkları
dışındaki hiçbir şey anlaşılabilir, uzlaşılabilir hatta saygı duyulabilir
değildir onlara göre; bütünlüklerine göz dikmiş, tehditkâr, potansiyel
zararlılardır ve hatta dinsel söylemle "münafıklardır". Amaç, gerçeklere
ulaşmak, toplumsal birliği sağlamak ve doğruyu bulmak değil, liderlere sadakati
göstererek karşı saftakilerin fikirlerini, yaşam biçimlerini kısıtlamak, olguları
dışlamak ve hatta bertaraf etmektir.
Otorite,
dinsel kimlik üzerinden tabanını dar ve statik düşünce dünyalarına sıkıştırarak
söz dinleyen, bağımlı, edindiği kısıtlı ve bilimsel olmayan eğitim, kültür,
düşünce yetisiyle, fikir yoksunu bu topluluğu gerçeklerden kopartarak kitlenin
sadakatini sürmeyi amaçlıyor. Muhaliflerin “kötü, işe yaramaz” insanlar
olduğunu propagandasıyla, kendilerinin ve destek verenlerin yüceltilmeye layık
dindar, iyi ve değerli insanlar olduğunu fikrini aşılamaya gayret gösteriyor.
Toplumun
benimsediği sosyal ve hatta dinsel anlayış, kendi gibi düşünmeyenin değersiz,
uzak durulması gerekenler olduğudur. Bu anlayışın görünmeyen duvarlar arasında
güçlü önyargıları vardır ve idealize edilen ahlakın ve dinin öngördüğü
"hoşgörü", başkalarına karşı gösterilecek yerleşik bir davranış
olmamıştır maalesef tarihsel süreçte. Böylesi insanlar birbirlerine karşı
korumacı ve adilane davranırken diğer birey ve topluluklara açıkça düşmanca ve
merhametsiz davranma eğilimindeler. Adalet algıları ve duyguları kesinlikle
evrensel nitelikte değildir. Liderler de bu durumu körükleyerek rakip olarak
gördüklerine karşı baskı ve hukuksuzluk ile sindirme fırsatı yaratırlar.
Kullar
topluluğu liderlerinin fikirlerine, davranışlarına, politikalarına itiraz
edilmesi ve eleştirilmesini bir hakaret, kabul edilemez bir gaflet olarak
değerlendiriyorlar, çünkü lider onların nazarında tartışılması asla
düşünülmeyen üstün ve erişilemez bir kişiliktir.
Nesillerin
zihinsel, kültürel ve sosyal içeriklerini bir sonraki nesle aktarırken aklı ve
bilimi, insanlığı, iyi bir ülke ve dünya vatandaşı olmayı ön planda tutmaması
halinde nasıl bir toplum, nasıl bir ülke, nasıl bir hukuk, nasıl bir ekonomi
oluşacağının resmini çizebilir misiniz, deseler son çeyrek yüzyıla bakın derim.
Demokrasi bilinç gerektiren
bir yönetim biçimiyse, halkın bu bilince sahip olmaması için açıkgöz ve
totaliter liderlerin dini söylemleri kullanması, inançları siyasete
dönüştürmesi maalesef tarih boyunca ve halihazırda çok kolay ve etkileyici bir
yöntem olmuştur. Sonuçta otorite gerçekleri daima gizleyerek, değiştirerek,
dinsel hassasiyetleri kullanarak, güdümleme ve yoğun propaganda ile ancak
yaşamalarına yetecek kadar ekonomik koşullar yaratarak kullar topluluğunda ve
etkilenmeye hazır insanlar üzerinde adeta bir hipnoz etkisi yaratmıştır.
Oysa
cehalettir bu yalan ihtişamı yaratan. Öylesi bir topluluk iktidarın baskısını
hissetmez çünkü akılcı duyarlılığını kapatmıştır/kaybetmiştir ve gerçeklikten
kopmuştur. Gerçeklikten kopan topluluk/halk özgürleştirilecek, geliştirilecek,
daha adil, daha eşit, bilime, felsefeye, ahlaka ve sanata önem veren başka bir
dünyayı hayal edemez. Algılarının doğruluğuna olan inancın katılığını erdem
olarak kabul ederler.
Cehalet
sonuçta milyonlarca hoşgörülü, dünya vatandaşı beynin istemediği, onaylamadığı
bir gerici bir medeniyetin gelişmesine olanak verirken, otoriter beyinler
tasarlanan bir dünya düzeni kurmanın zeminini oluşturmaktadır. Böyle bir
mühendislik toplumu çatıştırır, zayıflatır, yobazlaştırır ve asla ne ahlaki, ne
siyasal ne de ekonomik olarak gelişmesine müsaade etmez. Rasyonel, halkını ve halkının
geleceğini düşünen dürüst bir lider önce laik ve demokratik bir temelin
değerini anlamalı ve sonra adil ve gerekli adımları cesaretle atacak kararlığı
göstermelidir. Doğruyu ve gerçeği aramaya yönelik eylemlerde bulunmayan,
gelişme ve gelişememe sorunlarını irdelemeyen, özgür düşünemeyen toplumlarda
asla istikrar olmayacağını bilinmelidir.
1997 yılında
BM Genel Sekreter Kofi Annan bir konferansta yaptığı konuşmada şöyle demiştir:
İnsanları düşman yapan şeyin bilgi değil cehalet olduğuna inanıyoruz. Çocukları
savaşçı yapan bilgi değil cehalettir. Bazılarını demokrasi yerine tiranlığı
savunmaya iten bilgi değil, cehalettir.
Akil
Alparslan / Mayıs 2023