21 Ağustos 2025 Perşembe

İRRASYONEL ÖZGÜRLÜK ALANI

-İman, gerçeği bilmek istememektir. (Friedrich Nietzsche)

İRRASYONEL ÖZGÜRLÜK ALANI

İnsanoğlu, dünyayı anlama ve hayatta kalma çabasında irrasyonel özgürlüğünü sonuna kadar kullanırken din gibi fizik ötesi “ciddi” ve “mistik” kurumlar ile yaşam biçimleri yaratmıştır.

Bilimsel yasalara göre imkansız olmasına rağmen insanlar doğaüstü varlıkların olduğuna veya gerçekliğine inanırlar. Var olduğu farzedilen ama bilinemeyen o boyutla ve güçleriyle bağlantıya geçerek, ne olup bittiğine dair cevap arayışlarını sürdürürler. Dinin sunduğu yöntemlerle ve ritüellerle dünya yaşamını aşmak ve kontrol altına almak için çok çabalar gösterirler.

Dinler bir tür hayatı anlama ve hayatta kalma stratejisidir. Getirdiği kurallar ve inanç sistemi ile kimi insanlara hayata dair değerleri anlamlı bulmasını sağlayan bilgisel ve varoluşsal bir zemin sunar. Yaşamın zorluk, karmaşasına rağmen bireye "hayatın" yaşanabilir olduğunu Tanrı’ya ve emirlerine boyun eğildiğine, sığınıldığında ve inanıldığında mümkün olabileceğini söyler. Böylece hayatın geçiciliği, çaresizliği, acılarını sürekli hatırlatıp Tanrı’nın mutlak içselleştirmesi gerektiğini ve kozların onun elinde olduğunu mistik korkuyla sürekli hatırlatır. Böylelikle Tanrı’nın değerini sonsuz boyutlara taşıyarak insanın nazarında daha da büyüterek teslim olmalarını sağlamaya çalışır.

Yaşam çok karmaşık, aklı zorlayan bir süreçtir. Din, insanların anlam veremediği ya da müdahale edemediği, belirsiz ve çaresiz olaylar karşısında sığınağıdır. Dinler, arzularının gerçekleşeceği, kontrol edilemeyen katı ve soğuk gerçekler karşısında destek hissedebileceği ilahi bir güçten yardım isteme çağrısı ve yöntemlerini sunar. Yaşam örüntüsünün yada dini söyleyiş ile “kaderin akışını” tayin eden gücün insana (kullara) sahip çıkacağına, koruyacağına, kayıracağına, arındıracağına, sürecin yolunda gitmesini sağlayacak güçlerin ve oluşumların yanında ve tarafında olacağına, yeni nedenler yaratarak, farklı sonuçlar doğuracağına inandırır.

Bilim, test edilebilir deneysel kanıtlara ve gözlemlere dayanır, din ise öznel bir yaratıcı inancına dayanır ve kanıt gerektirmez. Modern bilim sorgulayıcıdır, neden-sonuç ilişkisine dayanır ve evrenin işleyişini tanrısal bir iradenin ötesinde, doğa yasalarıyla açıklamaya çalışır. Bilim ve din, dünya hakkında nasıl bilgi edineceğimiz konusunda taban tabana zıt görüşlere sahip olmalarına rağmen var olma nedenleri, alanları ve temsil ettikleriyle çok etkin olmaya devam ediyorlar. İnsanın iki çok ayrı zihin, düşünce, duygu, bilgiye erişim ve kültür yapısını temsil ediyorlar.

Bilim, gözlem ve deneyden yola çıkarak akıl yürütmeye, bilinmeyen olguları anlamaya, bilgiye, farkındalığa, tartışmaya, değişime ve gelişime dayanır. Din, derin ve tartışmaz bilginin varolduğunu ve bunlara erişebilmenin tüm yollarını Tanrı’ya bağlar. Fizik ötesi boyutların varlığını kabul ederek, önsel olarak onaylanmış Tanrı’nın kapsadığı ve kavradığı bir sistemde yaşadığımızı iddia eder. Din, karmaşık, zahmetli, merhametsiz olan bu dünyaya ruhani, mistik bir boyut katarken akıl ve bilim dışı olduğunu asla kabul etmez.

Yaşadığı dünya ve etrafındaki alem hakkında arayışlarına tatminkar cevapları dinlerde bulan insanlar, vahiy yoluyla gelen bilginin kaynağının kutsal ve doğru olduğuna güvenir, yeterli ve yanlışlanamaz bulur. Çünkü bilimsel bilgi, herkes için kolay hazmedilebilir ve kabul edilebilir değildir. Dindar birey; evrenin hayal edilemez büyüklüğü karşısındaki şaşkınlığı, hayatın akışındaki çaresizliği, yalnızlık ve anlamsızlık hissinin tehdit ediciliğinden kaçınmanın yolu olarak gerçekliğin ötesindeki güce ve kurallara, dinin sunduğu argümanlara kolayca inanmayı seçer.

İnsan zihni doğası gereği anlam üretmeye ve kaotik evrende düzen aramaya eğilimlidir. Ölüm, yaşamın en büyük krizidir ve tabiatın temel kuralıdır. Doğumumuz bir seçim değildir, ölüm ise kaçınılmazdır. Bu bilinçle yaşamak, insanın en derin varoluşsal krizidir. Böylesi temel endişe karşısında insan hem fiziksel hem de ruhsal olarak korunma arayışı ile varoluş korkusunu gidermenin yollarını aramıştır. İşte dinler, ölümü mutlak bir son değil, yeni bir hayata başlangıç olarak sunarak, korkuyu umutla ve sonsuzlukla telafi etmeyi, ölümün yeniden dirilişle anlamını bulacağını vadederler. Ahiret, cennet, cehennem, diriliş, günah, sevap, melek gibi kavramlar geliştirerek “iyi ve inançlı” insanlara ölümün travmatik korku ve endişelerinin huzura dönüşeceği, kutsanacağı, yüceltileceği, fiziksel ölümün aşılacağı maddesiz bir boyutta sonsuz, acısız ve hatta keyifli bir zamansızlık hayaline dayalı sonrasının sözünü verirler. İnsanoğlunun bu dünyada kabullenemediği tüm psikolojik, travmatik durumların sihirli bir boyutta telafi edileceğine dair argümanlar sunarlar.

Dinler, ölüm karşısında varoluşun ve anlamın sürekliliği sağlamayı üstlenirler ve bir anlamda nesnel gerçekliğin açtığı duygusal, psikolojik yaraları, felsefi ve zihinsel düşüncelerin yarattığı boşlukları doldurma aracına dönüşürler.

İnançlı insanlar yaşamın karmaşası ve zorlukları karşısında tesadüfe değil ilahi bir iradenin mutlak varlığına ve hükümlerine inanırlar. Böylece korkuya karşı bir anlam mekanizması kurarak ve kontrol dışı olaylara karşı çaresiz kalmayacağını her yerde olan Tanrı’nın ihtiyaç duyduğunda koruyacağını, kucaklayacağını, ödüllendireceğini, ritüellerine, ibadetlerine, dualarına karşılık vereceğini düşünürler. Keşke bu idealist, umut dolu cümleler, inançlar, düşünceler gerçek dünyada yerini bulacak kadar planlı olabilseydi.

Şüphe duymayan, şüphe duymayı günah sayan, zihinlerini sınırladıklarını farketmeyen, özgür düşünmeyi yersiz bulan ve bir kısım insanların beklentilerini karşılayan bir din anlayışı özü itibarı ile dogmatiktir. Uyanmak istemeyen topluluklar daha dindardırlar, asla değişmeyi ve varoluşlarına dair tartışmalara girmek istemezler. İnançlarının gereğini yaparlar, kalıplarını korurlar ve bunları da niçin yaptıklarını, niçin böyle düşündüklerini sorgulamazlar.

Dindarlar hayatın çaresizliği ya da anlamsız hissedeceği tehditler ve sonuçları karşısında “Sen Tanrı için önemlisin” düşüncesini bırakmazlar. Çünkü dinler, insanı ilahi ve aşkın bir varlıkla ilişkilendirerek evrensel ölçekte önemli ve büyük planın parçası olduğunu hatta evrenin ‘insana göre tasarlandığını’ iddia ederler.

İlk bakteriden bu yana 3 milyar yıldır evrim devam ediyor. İnsanın hem yaşayan hem de nesli tükenmiş canlılarla biyolojik akrabalığı, dünyanın dört bir yanındaki antropologlar ve biyologlar tarafından teoride değil pratikte ispatlanan bilimsel olgudur. Dünyanın milyarlarca yıllık evriminde çeşitli bitki, hayvan ve diğer canlı türlerinin kökeninin, önceden var olan diğer türlerden geldiğini ve ayırt edilebilir farklılıkların birbirini izleyen nesillerdeki değişikliklerden kaynaklandığını tüm bilimsel veriler desteklemektedir(1). Gen benzerlikleri de gösteriyor ki insan, biyolojik evrimin sonucu türemiştir(2).

Büyük dinler geçmişten bu yana evrenin kökenleri ve amacı hakkında hikayelerle birlikte gelerek insanı bir anda meydana gelmiş ilahi bir oluşum, bir mucize gibi göstermişlerdir. Çünkü insanın bir anda yoktan var olması, ancak mucizelere muktedir bir yaratıcı ile açıklanmasını gerektirdiği için çok mistik ve ilgi çekicidir.

Dünyevi olguları anlamaya, çözmeye çalışmak mı yoksa dini inançlara bağlanarak zihinleri korumaya almak ve sığınak olarak tercih etmek mi? Dinler “anlaşılabilir ve hazır” bir dünya modeli sunarlar. Sorgulanamaz diye öğretilenlere sığınarak eylemden, meraktan, kuşkudan, değişmekten korkmak ve kaçmak insanın yaratıcı, üretici ve düşünsel yeteneklerini köreltmez mi? Araştırmak, kökenlere inmek, gerçeklerle yüzleşmek cesaret ister. Bazı insanlar bu cesareti akılla, bazıları ise gerçeklerin mahrumiyetinde inancın motivasyonuyla yakalamaya çalışırlar, kanıtların varlığını ve doğruluğunu sorgulamadan dinsel cevap alanlarını tatminkar sınır olarak kabul ederler. Dinler, hayat ile bir başa çıkma, insanın kendisiyle ve evrenle kurduğu bağlantı yöntemlerinden biridir. Dünyevi gerçeklerle yüzleşmekte zorlanan bireylerin, bu gerçeklikten uzaklaşmak için dine yönelmesini; inancın, hakikatten korunmak için bir zırh gibi kullanıldığını görüyoruz. İnançların hayat ile yüzleşmede gerçekliği bastıran güvenli bölge görevini üstlendiği, savunma alanı yarattığı açıktır. Bireysel sorumluluktan ve gerçekleri görmekten kaçınmak, insanın kendine ve çevresine katkısını ve kapasitesini gözden kaçırmasının nedenidir.

Dinler, muhafazakar doktrinleri gereği insanların yaşamlarının nasıl olması gerektiği, nasıl düşünmeleri, neye inanıp neye inanmayacaklarının belirlenmişliğinin hedefi doğrultusunda zihin yapıları oluşturarak bir sonraki nesile aynen aktarmayı rehber edinirler. Bu noktada ritüellerin rolü büyüktür. Ritüeller, gerçekliği dinin pencerinden görme ve gerçekliği değiştirme arayışlarının törensel ve kutsanmış halleridir. Ritüellerle bireyler ortak değerler yaratırlar ve benzer ruh halleri ile büyük bir bütünün parçası olduklarının memnuniyetini hissederler.

Ahlaki olan, zorluklarla yüzleşmeye, bilimi teşvik ederek insanı ve tüm canlıları tanımaya, dünyayı bilmeye, yaşanabilir alanlara dönüştürmeye, merakı artırarak evreni anlamaya çaba göstermek değil midir?

Sigmund Freud’a göre din, varoluşun yarattığı kaygı ve korkuyu  bireyin isteklerinin tatmin edilmesi yoluyla azaltan bir kurumdur ve insanlar ihtiyaç, endişe ve belirsizlik durumlarında dine yönelirler.

(1) https://www.britannica.com/science/evolution-scientific-theory

(2) https://evrimagaci.org/gen-benzerligi-genetik-benzerlik-nedir-insan-genomu-diger-canlilara-ne-kadar-benzer-32

17 Ağustos 2025 Pazar

SORGULAMAK YA DA SORGULAMAMAK

SORGULAMAK YA DA SORGULAMAMAK

Dinin sorgulanmadan kabul edilmesinde aile ilk temel alışkanlıkları ve yaşam biçimini aktarır, toplum aidiyeti, bağları pekiştirir ve ahlaki kuralları inanç ile ilişkilendirir, eğitimsizlik eleştirel düşünceyi sınırlar, liderler ise sorgusuz itaati meşrulaştırır. Bu unsurlar bir araya geldiğinde, din bireysel bir seçim değil, toplu bir eğilime ve toplumu oluşturan birimlerin itaati meşrulaştırması sonucu kabullenilen bir kurum haline dönüşür.

Çocuk, ilk otorite figürleri olan anne-babasından ve yakınlarından değerleri, inançları ve normları sorgulamadan öğrenir. Aile, çocuğun nasıl düşüneceğine karar veren ve sınırları belirleyen ilk etkendir. “Sorgulamamak” bir düşünme biçimi ve öncesinde bir yerleşik kültür haline gelmişse birey, “doğrunun alanı” olarak kendine öğretilen çerçeveyi kabul eder. Çizilen çerçeve çocuk tarafından otomatik olarak kabul görür. Aile dini düşünceleri, duygulanmaları, ritüelleri gündelik hayatın bir parçası haline getirerek “normal” ve olması gerekenin bu olduğunu öğretir. Erken yaşta verilen dini kimlik, bireyin kişiliğiyle özdeşleşir, alışkanlık haline gelir ve başka türlü düşünülemeyeceği, başka türlü olamayacağı hem zihnine, hem kişiliğine, hem davranışlarına güçlü şekilde yer eder. Ailenin “Doğru alan” diye tanımladığı çerçeve kişiye güvenlik duygusu sağlar ve sorgulamayı zorlaştırır. Çünkü sorgulamak, güvenlik duygusunu kaybetmek ve güvenli alanı terketmek anlamına gelir.

Kapalı toplumlarda inanç, bireyin kimliğinin temel bileşeni olarak görülür. Dini düşünce ve inançların herkes tarafından kabul edilmesi beklenir. Toplumun gizli ve açık baskısı her yerde hissedilir ve farklı düşüncelere sahip bireylerin olmaması temel toplumsal kural olarak belirlenir. Toplum ve otorite geleneksel değerleri sürdürmek için “sorgulamayan birey” tipini över, ödüllendirir, sorgulayanı ise uyumsuz görür, hayretle, dışlamayla hatta tiksintiyle bakar. 

Böylesine yerleşik ve değiştirilemez inançla şekillenen bakış açısında aileden ve toplumdan gelen dini öğretiler çoğu birey tarafından direnç gösterilmeden kabul edilir. Otorite zinciri bireyin inanç sistemini her aşamada denetler ve aidiyet duygusunu hatırlatır; bireye yalnızca bir “inanç” değil, aynı zamanda “biz duygusunu” yerleştirir. Dolayısıyla inancı sorgulamak, gruptan kopma riski taşıdığı için kişiyi otomatik olarak “sorgulamamaya” ya da düşüncelerini gizlemeye, özgürce ifade etmemeye yönlendirir. Örneğin küçük bir toplulukta belli bir ritüele katılmamak kişiye karşı yüz çevrilmesine ve tavırlar takınılmasına sebep olacaktır.

Sorgulama eylemi ile şüpheyle yaklaşımlar, kişinin kendisine öğretilen, aşılanan inançların yanlış olabileceği kaygısını doğurur ve içsel karmaşaya neden olabilir. Çoğu kişi, bu rahatsızlığı yaşamamak için sorgulamaktan kaçınırken psikolojik açıdan daha “rahat ve kaygısız” bir yolu tercih eder. Kimileri ise bu içsel çatışmaları göze alarak, aşarak, direnerek farklı düşünceler arama ve geliştirme cesaretini gösterirler.

Eleştirel düşünceyi ve bilimsel yöntemi yeterince içselleştirmemiş bireyler, dogmaları sorgulamak için gerekli zihinsel araçlardan yoksun kalır. Eğitim, yalnızca “dini bilgi yüklemek” olarak anlaşılırsa bireyler dini dogmalarla çatışmaya girmeyen hatta dogmaları derinleştiren düşünceler üretirler. Rasyonel, eleştirel düşünce eksikliği, bu dogmaların tartışılmaz kalmasını sağlarken gelişme potansiyelini zırh gibi kuşatır. Ortadoğu halklarının kısır döngü içinde inançlara odaklanıp, dünyanın geri kalanına yabancılaşması, ayak uyduramaması hala “kutsal” peşinde koşarken barışı sağlayamamaları, düzen kuramamaları, eşitlik ve insan haklarında yetersiz kalmaları nasıl açıklanabilir, üstelik bir zamanlar dünya medeniyetinin beşiğiyken.

Dini otoriteler ve politik liderler inancın “mutlak doğruluk” iddiasını pekiştirirken sorgulamayı “ahlaki düzen”, “toplumsal düzen” veya bugünlerin popüler söylemiyle “milli birlik” için tehdit sayarlar. Kimi otoriter liderler, dini argümanlarla harmanlanmış ideolojilere özellikle dönüş yaparak düşünce yetileri gelişkin olmayan bireylerin ve toplulukların güvenini sağlamayı ve dolayısı ile iktidar olmayı amaçlarlar. Böylesi bir siyasi gücün, sorgulamayan bireyleri kendi ideolojilerine kaynak olarak daha kolay kullanacağı açıktır.

5 Ağustos 2025 Salı

RİTÜELLER, İNANÇ VE KORUNMA ARAYIŞI ÜZERİNE

RİTÜELLER, İNANÇ VE KORUNMA ARAYIŞI ÜZERİNE

-Ritüelleri, din ve gelenek farkı gözetmeksizin, insanlığın ortak ve önemli olgusu olarak ele alacağım.

Lars von Trier'in Melancholia filmi, varoluşsal korku, çaresizlik, anlamsızlık, depresyon, kabullenme, kaos, ölüm, yaşam, sıradanlık, geçicilik, hayatın karanlık ve mistik yanları ile nihilizm temasını işler. Filmde yaklaşan bir gezegenin dünyaya çarpacağı kesinleşmiştir. İnsanlığın, bilimin, teknolojinin, mantığın, saklanmanın çaresiz kaldığı bu son anlarda, filmin baş kadın oyuncusu Justine’in yeğeni Leo için ağaç dallarından yaptığı korunak (onların deyimiyle "sihirli mağara")  bir tür korunma ve hayata tutunma arzusunun fiziksel sembolüdür.

İnsanın fiziksel ve ruhsal korunma ihtiyacı temel bir istektir ve hayatta kalma meselesidir. Filmdeki bu korunak mantık dışıdır ve sadece birkaç dalın birbirine çatılmasından ibarettir. Ancak yine de o dalların altına girerler, çünkü insan zihni “imkansız gerçek korunmanın” yokluğunda bile “sembolik korunmaya” razı olabilir. Burada dallar ile yapılan mağara, bir inanç, bir ibadet, bir dua, bir tılsım, bir ikon kadar sembolik bir ritüeldir. Gerçekten koruyup korumadığı önemli değildir; önemli olan zihnin ve bedenin ona sığınarak korunacağını ve ölümcül kadere daha az ızdırapla, mümkünse huzur içinde gidileceği, işe yarasın ya da yaramasın elden gelenin yapıldığına da inanılmasıdır.

Filmin insan hayatının aslında ne kadar önemsiz olduğunu ve evrenin insana ve büyük ölçekte dünyaya, gezegenlere, yıldızlara ve galaksilere kayıtsızlığı karşısında yapacak bir şey olmadığıdır.

Melancholia filminde dünyanın yok oluşu, bireysel depresyonla kolektif çöküşün iç içe geçtiği bir alegoridir. Bilimsel bilgi işe yaramaz hale gelir; artık hayatın alışılagelmiş rasyonel, doğal ve doğa üstü çözümleri yoktur. Ancak çocuğun gözünde bu “korunak”, yaklaşan kozmik felakete karşı görünmez bir kalkan hissi vermektedir. O an, yıkıcı gerçeklik karşısında sembollerin ve hayali ritüellerin, beklentilere sihirli dokunuşla karşılık vermesinin arzulandığı son sahnedir.

Lars von Trier’in o basit korunağı, sadece bir film sahnesi değil, insanlık tarihinin özetidir. En güçlü teselli vericiler bazen en zayıf malzemelerden yapılsa da insanlık yine de inanmaya ve ihtiyaç duymaya devam eder. Çünkü insan olmak zordur ve inançlar, insanın bedensel ve ruhsal zorlanmalarında sığındığı, çareler aradığı, sihirli ve sembolik ritüellerle doludur. Gerçeklik karşısında kolay yıkılsa da insanların onları yanında hissetme arzusu asla kaybolmaz.

Bu korunak bir tılsıma sığınarak olağandışılığı savuşturma aracıdır. Felaketi önlemez, sonucu değiştirmez ama onunla yüzleşme biçiminde bakış açısını değiştirebilir. Naif insanın teslim olmadan önce kendince yapabildiği anlamlı ya da anlamsız son eylemdir. İnsan, en absürd, en anlamsız, hayatın sıradan akışına ters anlarda bile hayata tutunmaya, anlam üretmeye, çareler aramaya çabalar. Ve bazen bu anlam, birkaç dal parçası arasında hayat bulur, bazen yalvarışla bir duadır, bazen dinsel olan ya da olmayan çeşitli ritüllerdir.

Din ve Tanrı düşüncesine bakış açısı ritüellerin değerini ve önemini belirleyen ilk unsurdur. Ritüeller fizik ötesi dünyaya bağlılık ve o boyutlarla iyi iletişim ve uyum yaratmayı amaçlarken illa ki dinsel temaya ve kurallarına uygun olmak zorunda değildir. İsteklere ve amaca hizmet ederken belirli yerleşik ilkeler dışında yani normlara uymayan uygulamalar da vardır ve olacaktır. Tabii ki ritüellerin potansiyeli, kişinin ona olan inancının gücüne, istencine ve ihtiyacına bağlıdır.

İnanç, inanılan şeyin var olduğu ve doğru olduğu hissinin kesinliğidir. Dini ritüeller inançların özünü yansıtır ve dinlerin felsefesini yaşama geçirmenin ve ifade etmenin eylemsel araçlarıdır. Tanrı ve semavi dinlerin kutsal kitapları en büyük ve kutsal koruyucular olarak görüldüğünden, inançlı bir kimse dini ritüeller vasıtasıyla yaratıcı güç ile “etkileşime” ve “iletişime” girmek ister. İnsanların inançlarını ifade etmek, manevi boyutlarla iletişim kurmak amacıyla bireyler veya topluluklar tarafından gerçekleştirilen eylemler, nesneler, sözler, jestler, semboller içeren, çeşitli anlamlar yüklenmiş ve yapılandırılmış bireysel veya toplumsal davranışlar ve törenlerdir ritüeller.

İnsan aklı, rasyonel, bilimsel olduğu kadar dogmatik, sembolik ve ritüelisttir. Yalnızca mantıkla değil, irreallite ile sembolle, mitle ve metaforla da çalışır. İnsanoğlu kontrolü dışındaki dünyada ve uçsuz bucaksız bir evrende, inançlarla ve mitlerle insanlık tarihini yazarak etkili bir varlık olma duygusu, hakimiyet ve önem hissini yaşamaya ve yaşatmaya çalışmıştır.

Yaşam çok karmaşık bir süreçtir. Ritüeller insanların, anlam veremediği ya da müdahale edemediği, belirsiz olaylar karşısında kısa süreli sığınaklarıdır. Arzularının gerçekleşeceği, kontrol edilemeyen katı ve soğuk gerçekler karşısında destek hissedebileceği ilahi bir güçten yardım isteme çağrısı ve yöntemleridir. Yaşam örüntüsünün yada dini söyleyiş ile “kaderin akışını” tayin eden gücün insana (kullara) sahip çıkacağına, koruyacağına, kayıracağına, arındıracağına, sürecin yolunda gitmesini sağlayacak güçlerin ve oluşumların yanında ve tarafında olacağına, yeni nedenler yaratarak, farklı sonuçlar doğuracağına inanılan eylemlerdir.

İnsanlar doğa üstü varlıklar ve güçleriyle bağlantıya geçerek, dünya yaşamını aşma ve kontrol altına alma, olayların isteklerine göre düzenlenmesi, düzeltilmesi ve yönlendirilmesi için çabalar durur. Bu anlayış, rastlantısallık yerine belirlenmiş bir amaç, kaos yerine düzen fikrini evrenle bütünleştirir. İnsan evrensel düzen fikrini ilahi yaratıcıya bağlayarak kabul ederken kendi yaşamındaki düzensizliklerin gerçekliğini düşünmeme yolunu tercih eder. İşte ritüeller gerçekliği değiştirme arayışlarının törensel ve kutsanmış halidir. Sonuçta insana yaşamının denetimsizliğini unutturur, çaresiz ve yalnız olmadığını hissettirir, kontrol yanılsamasıyla psikolojik bir eşik yaratır, kaygı ve endişeleri dengeler, yalnızca kötülüklerden değil, anlam kaybından da koruyan önemli bir köprü vazifesi görür.

Tarih boyunca insanlar, olağanüstü durumlar karşısında ortak inançlar etrafında toplanma eğilimi göstermiştir. Bu, yalnızca bireysel değil kolektif bir savunma mekanizmasıdır. Kült davranışlar ve düşünceler ortak korkulara karşı ortak çözümler üretme ihtiyacının bir sonucu olarak doğmuştur. Kült önderlerin önerileri bu karmaşık dünyada kimilerine derin bir güven duygusu sağlar. Tıpkı sihirli korunak gibi sembolik bir güvenlik ve destek alanları yaratır çünkü insanlar ta başından beri hem fiziksel hem de görünmez güçlere karşı korunmak, savunmak ve saygısını, sadakatini göstermek istemiştir.

İnsan yalnızca bedensel değil, aynı zamanda ruhsal olarak da fiziksel doğanın bir parçasıdır ve biyolojik yapısı gereği kırılgandır. Bu kaçınılmaz kırılganlık karşısında geliştirdiği savunma biçimlerinden biridir Tanrı’ya ve ona yapılan tılsımlı ritüellerine sığınmak. Tılsımı “sihir” anlamında kullanmıyorum. “Tılsım” kelimesini doğa üstü güçlerle etkileşime girerek, olayları etkilemesi durumu olarak  belirliyorum. Çoğu ritüel, amacı ve yöntemi ne olursa olsun tılsım barındırır. Örneğin tesbih çekmenin Tanrı’ya bağlılığı güçlendirdiği, kişinin kalbini temizlediğini ve günahlardan arınmasını sağladığı, zihni sakinleştirdiği, taşlarının kem gözlerden koruduğu hatta bir meditasyon aracı olduğu söylenir. Bu basit boncuk dizisi nesnenin ve eyleminin tılsım ile harmanlanmadığını kim söyleyebilir?

Her ritüel karmaşık sembolik, mistik ve tılsımlı düşünce kapasitemizin ürünüdür. Ritüeller ve tılsımlar, insanın hem fiziksel dünyanın hem de ruhsal ve düşünsel dünyanın karmaşasını düzenlemeyi ve düzeltmeyi sağlarlar. Dini ritüeller, nesnel gerçeklere ve neden sonuç ilişkisine adapte olmaya, görünmez, soyut güçlere yaklaşmaya, fiziksel, ruhsal ve düşünsel yaşama anlam katmaya yardımcı olur. İnsan bu anlam üretme sürecinde aktif ilahi iradeye "bağlanma" ve “bağlılığını” göstermeyi amaçlar; şüphe edilmeyen, yardım ve korunma dilenen, belirsizliği dengeleyen, öngörülebilirliği hissettiren, kötücül olanı uzaklaştıran (niyete bağlı olarak kötülük isteyen), kaygılar ile baş edilmesini sağlayan, ortak kimliği pekiştiren, bireye ve topluma sembolik kontroller sağlayacak veriler sunan, motivasyon sağlayan, anlam arayışının temelini oluşturan, zihnin derinliklerinin boşluklarını dolduran bir “yatıştırıcı ve düzenleyici” unsurlar olarak karşımıza çıkar.

Örneğin cenaze törenleri, ölümü bir "geçiş" olarak anlamlandırarak kaosu düzene çevirmeyi ve acıyı indirgemeyi amaçlar. Törenler, ölen kişinin Tanrı ile doğrudan bağ kuracağı aşamaya geçeceğini, sonsuz temas halinde olmanın güvenini hissedeceğini, yeni bir “sonsuz hayat” bulacağını ve ödüllendirileceğini anlatarak geride kalanların tesellesine ilahi bir amacın kapsayıcılığını katar.

Ritüeller bir tür hayatta kalma stratejisidir. İnsanların dünyada tecrübe ettiği en önemli olgulardan biri “adaletsizliklere" rağmen yaşamaya devam etme iradesidir. Doğanın adaletli olmak gibi bir amacı yoktur. Ama insanın toplum içinde yaşamını sürdürebilme kapasitesi ise hakkaniyetli bir dünyada yaşadığı inancı ile temellenir ve sosyal doğası gereği adil bir dünya özlemi taşır. Bu isteğin temelinde, yapılan eylemlerin karşılığını göreceği, iyiliğin ödüllendirileceği ve kötülüğün cezalandırılacağına dair akıl, ahlak, sosyal denge inancı ve ihtiyacı yatar. Söz konusu inanç ile "hayatın" yaşanabilir olduğu ve hayata dair değerlerin anlamlı olmasını sağlayan bilgisel ve varoluşsal değerleri deneyimlemek, yaşamak ister. İşte dini ritüeller hem hayatın adaletsiz ve kötücül yanlarını aşma, hem uyum sağlama, sabır ve rıza gösterme işlevini de üstlenirler. Çünkü karmaşık, belirsiz ve adaletsiz görünen yaşam serüvenini bir "öykü", bir “efsane”, bir “masal” içine yerleştirerek insanın varoluşuna mistik bir katılım sağlarlar.

İnsan sosyal bir varlık olarak ritüellerle topluluk oluşturma ve sürü içinde işbirliği yapma kapasitesini artırır ve bireyin diğerleri tarafından aynı değerler etrafında kabulünü sağlar. Emile Durkheim’a göre ritüeller, “kolektif bilinç” duygusunun oluşmasında temel bir role sahiptir. Birlikte tekrarlanan bu davranışlar sayesinde insanlar, ortak değerler yaratırlar ve kendilerine benzeyen ama daha büyük bir bütünün parçası olduklarını hissederler. Bu nedenle dini törenlerden milli bayramlara, cenazelerden mezuniyet törenlerine kadar birçok ritüel, aynı zamanda toplumsal birlik ve dayanışmanın bir ifadesidir.

Ortak ritüeller, grupların iç dayanışmasını artırır, kendilerinden olmayanlara yani dışarıya karşı sınırları da çizer. Toplulukları ve bireyleri inanmayanlardan ayırır, inanılan şeyleri resmi ve kurumsal bir şekilde gösterir, bunları açıklamak ve dünyanın diğer topluluklarına duyurur. Bu, evrimsel olarak "biz ve onlar" ayrımını daha görünür kılarak grup içi sadakati, mücadele ruhu ile rekabeti artırır. "Biz ve onlar" ayırımı bazı topluluklarda çok daha belirgindir ve bu durum düşmanca eğilimlere hatta din savaşlarına kadar götürmüştür.

Bayram, vaftiz, sünnet, oruç, festival, anmalar, kutlamalar, ilahiler, dualar, çeşitli ibadetler gibi belirli günde buluşup yapılan pratiklerle ortak değerler tekrar edilerek toplumsal bağlılığın devamı sağlanmış ve değerler korunmuş olur. Pratikler bireyin sosyal kimliğini güçlendirir, aidiyet ve güven hissini artırır. Aynı zamanda ticaret, uzlaşma, dayanışma, iletişim, anlaşma gibi sosyal dinamiklere de vesile olur.

Büyük antik medeniyetler, genellikle tanrısal olan ve evrenin doğasını açıklayan teolojiler içeren karmaşık dini sistemler geliştirmiştir. İlkel insanlardan günümüz modern insanına kadar istencin gerçekleşmesini sağlamada tüm tüm doğa ve doğa üstü güçlerin etkin olmasını, olayların örgüsünün yaşamın temel amaçlarına göre koşullanmasını, sihir ve mucize beklentili hayallerin ihtiyaca göre harekete geçirilmesini sağlayacak şey ritüellerin görevi olmuştur.

Ritüeller inançların ve dinlerin göstergesidir. Ritüeller olmadan dinin hakimiyet, aidiyet, sosyal ve psikolojik etkileri asla olamazdı.

İnsanlar ruhani dünyayı kendi parçaları gibi görme eğilimindedirler: fiziksel olmayan, görünmeyen, gizemli ama insani hisleri anlayan ve her an yardım isteyebilecekleri büyük alemin bir parçası olduklarına inanmak isterler.

BLOG İÇERİĞİ / LIST OF CONTENTS

YAZILAR  -FARKLILIKLLAR, DEĞERLER, İNANÇLAR   (Makale 06.10.2025) -İRRASYONEL ÖZGÜRLÜK ALANI  (Makale 21.08.2025) -SORGULAMAK YA DA SORGULAM...